28 Ocak 2012 Cumartesi

NOTUN YAZISI



karnıma boş
                        al
                                   mış
bütün imgeleri birbirine dikeceğim
sarkıtıp kirpiklerden aşağı ilk balkonda kaçacağım,
masaya kurulmuş er
                                               her
                                                                       dem
                                den
kendime
bir kadınlık biçeceğim…






KAMU
kar kırmızı nehirlere kanat
bacaklarımın arasından akıp gidiyor bu şiir






DAĞ  YA DA Vildan[1]’ın  YAZISI
leylaklı menekşeli bir mektuba
bin dallı ter ile yazılacaktı bir şiir
akşamın dağa vurgun kardan gölgesine inat
keskin siyah bir tutam saç
rüzgara öykünen şalvarlı kapıya
kara tahtadan sola
toprak yoldan varacaktı
tut elimi karnıma doldur dirimi
fesleğen bir dünya doğ diyecekti şiir
tek kurşunla eteklerini toplayıp kimsesiz uyumasaydı şair







EFSUN  YA DA  Kiania[2]’nın YAZISI
zamanın çanlarında en varak bir safbahar
çağların ortadan vurulduğu mızraklara inat
tütün sidik ve küfür  süpürülecek
fırlatılıp vurulan porselenlerden erkeklik dikilecekti
onur ellere renk verir diyecekti şiir
elleri bacak arasında kan beyazı bir kara
karaya vurmasaydı şair





TAŞ YA DA Ceylan[3]’ın YAZISI
uykusuna günlerin ışığı sızmış
ışığına tarihin uykusu
bir çocuk
vicdan
izah
şuur
önüm arkam sobe
dağın eteğinden ovaya taş sektirecekti şiir
annesinin basma eteğine param parça sığınmasaydı şair

  



SER YA DA Serhad[4]’ın YAZISI
“dilimin döndüğü bütün gecelerden bir şal diktim sana”*
diyor bir şiir
şiir diyor da şair kiminle sevişiyor kim bilir






KER[5] YA DA Mori[6]’nin YAZISI
o kamusal tarlada
gecekondusu yıkılmış bir şair
tüm tek geceli kelimeleri
yüklenip sırt çantasına kendini yakacaktı
defterler hep tahrir
tek hecelilerden yorgan biçim bir şiir
altında terleyecekti oh diyecekti zahir
şiir diyecek de
kim bilir hangi masada  -sızdı şair






KÖŞE’NİN YAZISI

vurdu/çaktı/çektiosilahıyönlere/
gösterdi/buldu/düşmanıyendikimene/
bomba/yumruk/ dayandıbıçakkemiklere/
kalem/postal/düştüuçakköylere/
çelik/azık/dağıldıo-kullarafındık/
kader/dua/şükürverildiellere/
kadın/kadın/taştıyerlerekadın/
kadın/kadın/ hepbirmiyakılandın/ kaldınkadın/kandın/kanatlarındandın/kandanuçamadın





mora pembeye işlenmiş yastıklarda geceye efildeyecekti şiir
ölümleri kağıttan kırdırtmasaydı şair,









[1]  Köle. Müşriklerin ölen çocukları Cennette, Cennet ehline hizmet ederler. [İmam- Teberani]

2 Şafak, Güney Afrika menşeili bir isim.

3 Çift parmaklılardan, boynuzlugiller familyasından, çöllerde yaşayan, çok hızlı koşan, gözlerinin güzelliği ile tanınan, ince bacaklı, zarif, memeli hayvan, ahu.

4 Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır.

5 Kuvvet, mukavemet, güç.

6 Kadın.

*Serhat Uyurkulak,  , Sesini Aramayan Şiir, Sonsuz Öğlen Şiiri, YKY,2010


                                                                                                                                      Moria Pia
                                                                                                                                             Kasım 2011              

CİNAYŞE FANZİN 2012










25 Ocak 2012 Çarşamba

CAN SIKINTISININ SIKILMADAN ANLATTIKLARIDIR:




Ankara’da Nefes Bar’da fanzini eline alan bir arkadaşın fanzin tanıtım köşesinde kendi çıkardıkları fanzinin tanıtımını görmesi ve şaşırması… (fanzinler, fanzinleri reklâm etmez varlıklarını paylaşır)
Yine aynı mekânda bir İngiliz’e yanındaki arkadaşlarının çevirisiyle can sıkıntısı vermemiz… ( yurt dışına da açıldık mı ne acaba geyikleri, karıncaları)
İstanbul’da Kara Kedi Kültür Merkezinde gözleri görmeyen bir arkadaşımızın fanzini dağıtan arkadaşımızı her seferinde sesinden tanıyıp “yeni sayı çıktı mı?” diye sorması ve alması… (dağıttığımız mekânların ve oranın müdavimi insanların müdavimiyiz artık.)
ODTÜ’de bir hocanın odasına girip fanzini anlatmamız onun da fiyatının “ne verirseniz…” olması üzerine “iki poşet çayım var” demesi… Bir dahaki sayıda onun yanına yeniden uğradığımızda yeni sayı için bize pipo, pipo tütünü, kaymaklı bisküvi, birkaç lira ve odasında bulunan bir başka fanzini vermesi… (yaşasın takasta kolaj!)
            İstanbul’da fanzini dağıtmak için birçok mekâna giden arkadaşımızın o mekânlarda Arif Damar ile karşılaşması ama yüzünü tanımadığı için fanzine dair iletişim kurmaması, en sonunda Arif Damarın arkadaşımıza ‘bana niye sormuyorsun?’ diye çıkışması… (Sözünüzü de yüzünüzü de çok sevdik usta!)
            İzmir’de, 12 yıl önce çıkan ve bizi fanzinlerle tanıştıran ‘değil o da değil’ fanzininin yeni bir sayısıyla karşılaşmamız… (ne büyük bir heyecandır o sanki yıllardır göremediğin bir dostunu görmüş gibi…)
            Ankara da Hacettepe üniversitesinden Kızılay’a gitmek için otostop çektiğimizde bizi alan bir sürücüye teşekkür etmek için ona fanzin vermemiz… (Sadece otostopta dağıtım yapsak binleri bulur.)
            İlk sayıyı dağıtmak için Ankara’ya gittiğimizde, Don Kişot Osman Akkuşun yeni açtığı mekânda, bize sandalyeleri ve masaları temizlememiz karşılığında kahvaltı ısmarlaması… (Cebimizde de beş kuruş yoktu hani...)
            ‘Baba fanzinde yazıyorum’ dediğimde adını öğrendikten sonra kahkahalara boğulup ‘sen değişsen…’ diye başlayan cümleyi kahkahadan bitirememesi… Benim telefonu kapatmam… Derin bir can sıkıntısı…
            Ankara’da sokakta stant açan bir arkadaşla bir mekânda karşılaşıp ona fanzini bir şey beklemeden vermemiz, bir sonraki sayıda sokakta standının başında onu görüp yeni sayıyı verdiğimizde ‘ya ben size geçen sayıda da bir şey veremedim’ deyip ‘stanttan istediğinizi alın’ demesi… ( the Doors ve Ravi Shankar kasetleri bir de el yapımı cillop gibi bir cüzdan)
            İsimlerini veremeyeceğimiz çalışanların, dolayısıyla isimlerini veremeyeceğimiz mekânlarda, patronlarından habersiz, müşterilerle can sıkıntısı için iletişim kurmamıza izin vermeleri… ( Emeğin dayanışması desek sevimli bir selam göndermiş oluruz sanırım…)
            İzmir’de bir şiir dergisinin ofisini ararken dergideki adresin olduğu yerin bir ailenin yaşadığı ev olduğunu, evin ofis olarak da kullanıldığını öğrenmemiz… Orada yaşayan kadın ve kızının misafirperverliği… Kızının bize getirdiği çayın aslında sıcak su oluşu… Zihinsel bir sorunun böylesi içimizi ısıtışı…
            8. sayının dağıtımında aynı kişi ile İzmir’de, İstanbul’da ve Ankara’da karşılaşmamız. ‘Siz kaç kişisiniz?!’ diye şaşkın nidası, ‘Dağıtım için iki kişiyiz’ dediğimizde ‘biz sizi otuz kırk kişi sanıyoruz’ diye şaşırması… (gönül verdikten sonra 2=40 diyoruz, böbür böbür:P)
            ‘Can sıkıntısı diye bir fanzinimiz var’ diyerek giriştiğimiz diyalog kurma çabasına ‘zaten canımız sıkılıyor!’ diye bize çıkışmaları insanların… ( bu cünlenin de böle düşük olması…)
            Adana da üniversitede açtığımız can sıkıntısı standının önüne koyduğumuz ‘sıkılıyorum öyleyse varım’ pankartının arkasında bir arkadaşımızın fena halde sıkılması. Pankartı ve arkadaşımızı gören insanların kahkahalarla gülüp arkadaşımızla sohbete girişmesi… (can sıkıntısı kolektif bir ruh halidir diyesimin gelişi…)
            Eskişehir’de 6.45 barda, orada müzik yapan DJ arkadaşın fanzin karşılığı bize istek parça çalması… (The Doors’dan bir parça ama arkadaşlar hangisi olduğunu anımsamıyor.)
            İstanbul’da bir mekânda arkadaşımızın fanzin için bir masaya gitmesi, masadaki grubun arkadaşımıza ‘bırak fanzini otur bir bira iç’ diyip masaya davet edişleri, masadaki kadının arkadaşımıza ‘en son ne zaman seviştin?’ sorusuna aldığı cevapla ‘ha senin ondan canın sıkılıyor’ demesi…( Cevap arkadaşımızın özel alanıdır o sebeple biz bile merak edemiyoruz. Ama mail yoluyla kamuoyu oluşturulabilir ve cevap ağzından kerpetenle alınabilir.)
            İthaki yayınlarından çıkan Edgar Allen Poe kitaplarına göz dikip yayın evine gitmemiz. Yayınevinde çalışan kadının (tam görevini bilemiyoruz, zaten samimiyeti yeter.) fanzini alıp ‘benim o kitapları vermeye yetkim yok ama…’  deyip kendi kütüphanesinden başka bir kitap vermesi… Aynı akşam can sıkıntısının maillerine baktığımızda kadının ‘fanzininizi okudum yarın gelip Poe kitaplarını alabilirsiniz’ demesi… (Artık bizimde Poe kitaplarımızın kütüphanemizden bize gülümsemeye başlaması...)
            Yazan bir arkadaşımızın babasının ‘Can sıkıntısı çıkmıyor mu canımız çok sıkılıyor.’ Demesi…
            Yazan bir arkadaşımızın, dağıtan bir arkadaşımızla sevgili oluşu… ( Aşk her yerde, şimdi değilse ne zaman? Yolda değilse nerede? )
            Adana’ya imza günü için gelen Küçük İskender’e fanzin veren arkadaşımızın muhabbet esnasında sıkıntıdan bayılması… (Açtım ondan diye açıklaması ama bizim buna inanmamız…)
            Çukurova üniversitesinde bir hocamıza her sayıda ısrarla gidip hocam bu sayıyı da almıyor musunuz diye sormamıza rağmen onun da ısrarla almamaya devam etmesi…
            Ege üniversitesinde bir hocamızın her sayıda bizi ilgiyle karşılayıp fanzin karşılığı bize kendi çektiği fotoğraflardan büyük boy bir tane vermesi… ( Kendi sanatını kendin paylaş, elden paylaş, yapana da yapıta da dokun. Yaşadığını hissediyor insan. )
            Ege üniversitesinde çalışan İhsan Oktay Anar’ın fanzine karşılık cebindeki paradan ‘bu da benim çay param!’ diye ayırdığı kısmın gerisini bize vermesi…
            Ankara’da fanzin dağıtan arkadaşımızın oturduğu bir masada iletişim kurduğu kişinin ‘bu benim en kötü günüm.’ demesi… İşinden ve sevgilisinden ayrılan arkadaşla iki saatlik bir sohbet… İletişim kurmak için alınan telefonlar onun yazdığı sekiz ayrı mail adresi… Ertesi gün sabahında bizi araması…  (ne denli yalnızlaşmışız üzerine yeniden ardı ardına süzülen dizeler…)
            Otobüs yolculuğuna çıkmadan İstanbul’da ulaştığımız birinin yolculuğun molasında okuduklarının ardından bize telefonla ulaşıp duygularını belirtmesi… (hissetmek ertelemeye gelmez. )
            Can sıkıntısını okumuş arkadaşların bize ulaşıp ‘doğu turu yapıyoruz yarın bizi misafir eder misiniz’ demeleri… Onları karşılamak için İstanbul’a gitmeyi bir gün ertelememiz… Adana’ya gelmeleri… Sıcak sohbetler…
            Ankara’da günün yorgunluğunun ardından dost sohbetleriyle dolu bir eve doğru şehir içi otobüste yolculuk eden arkadaşımızın, Ursula le Guin okuyan biriyle karşılaşması, iletişim kurması, fanzin vermesi…
            Çanakkale’de oturduğumuz Han Bar’da karşı masada oturan arkadaşların bilgisayarının masa üstündeki fotoğrafı çok beğenip laf atmamız, tanışmanın ardından gelişen sohbetler, şimdiye dek yayınlanan fanzinlerin sayfalarının fotoğraf formatları ile o fotoğrafı takas etmemiz, fotoğrafı bu sayıda yayınlamaya karar vermemiz…
            Adana’dan gelen arkadaşların Çanakkale’de güneşin 21’den sonra batmasına ve havanın çok geç kararmasına şaşırmaları… Hep birlikte güneş batışlarına boğaza koşmalarımız… Gün batımı çayları, çitosları, sucuk ekmekleri…
            Tüm bunları anımsamak için geçirilen zamanın bellekten kayboluşu… Saatin, biz bunları yeniden anımsarken ve yazarken birden 05.11 oluşu…
            Ve daha ne anlar, ne yollar, ne mekânlar, ne insanlar, ne güzellikler
            Ve daha neler… 
            Neler?


       Yaşayanlar: Ayzer, Süveyda Sezgin, İkiden_sonra, Moria Pia
       Hazırlayan: İçimizden en az biri romantik…

24 Ocak 2012 Salı

Bilginin elini tutmak





   * İçimde ağlamış bütün çocukların ananesi Nezahat’e! Gönlüne bir katre olsun!


“Vahşi hayat ve vahşi kadın, ikisi de soyu tükenmekte olan türler.”
           

Günlerdir boynum ve omurgalarımdaki ağrılarla yatakta ne denli huzursuz, uykusuz ve kendi doğama uzak olduğumu düşünüyorum. Bir tarafta kendimi Türk hekimlerine emanet etme “doğruluğu”, öbür tarafta sınıkçı, ebe kadın ananem. Bir yanda kadim bilgileri stoklayıp tekel oluşturmuş ve doğanın tüm dengelerinin bozulmasıyla kendine hayatın içerisinde mucizevî bir pay biçerek yükselen, yükseldikçe sömüren, sömürdükçe gelişen, geliştikçe çarklarının arasında insanı, hayvanı, yaşamı ve dahi can adına her var oluşu özünden yaralayan ve hümanizm ile yükselen değer olan tıp ve “sır” küpü ilaçları; bir yanda iki çiçek bir kök ile acı suları içirirken saçlarımı okşayan ananem.
Ananem; Abant’ın eteğinde Hacer Gadın, Toros dağlarında yaşayan Garıbey Hatice, Muğla’da Yörük kadını Sultan Hatun, Trabzon’da Pembecik, Çanakkale’de Zilçe Mari, bir diğeri Çin’de öteki Meksika’da ve dahi Afrika’da…
“Yaşlı olan, bilen, içimizdedir. Kadınların en derin ruh- pisişeside, kadim ve canlı vahşi Benlikte serpili gelişir” diyor Clarissa P. Estés Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının bir bölümünde. Çocukluğumdan sahneler uçuşmaya başlıyor, eteğine tutunup dağ bayır gezmelerimiz…

- Bu mantarı yersen gözlerinden can fışkırır, yanakların al al olur ama eğer bunu yersen gönlün uyuşur dünyanın en güçlüsü olduğunu zannedersin, tanrı kadar güçlü…
-  Cevizin yeşil kabuğunu kınaya koyarsın, sakla onları…
-  Al, em şu söğüdün dalını, baş ağrın falan kalmaz birazdan…

Doğumlar…
- Göbek ipi ince olsun ki büyüyünce çirkin durmasın…
- Ayakta doğur, seni üzmez hemen gelir…
- Getir hemen tuzlayalım ki hasta olmasın… ha iğne ile iplik de getir, delelim kulaklarını, canı acımaz şimdi…    

Artık doğurmak istemeyen kadınlar…
- Şapı erit suda, yıka içini de döl tutmasın…
- Ah be kızım, ebegümeci kökü bulmak lazım sana, nasıl büyütürsün altıncıyı da…
- Meşe dalıyla koparmak lazım günahsızın bağını, için irin tutmasın…

Aşık olmalar…
-koynuna menekşe doldur, kokundan bilir seni, tezden kavuşursun…
- zeytin gözlü kızıma zeytin çekirdeğinden çakır gözü kızıma ardıç tohumundan, takında göreyim boynunuza…
- saça şimşir tarak, ele ipli kına, göze kara sürme, aşka biraz gülme gerek…

 Kendi doğumlarına dair bana masal gibi gelen öyküler, yumurtaya yatma zamanı geldiğinde, hindinin altına hem kendi hem de kaz, tavuk ve ördek yumurtalarını bir koyması, her düşüp kendimi yaraladığımda buram buram soğan kokmalarım, sabun ve yumurtadan yapılma alçılarla onarılan yaramaz kollarım, yarısı vişne yarısı kiraz aşılı ağaçlar, âşık kedilerin ve cümle hayvanların hikâyeleri, cemreleri bekleyen toprağın söylenceleri, cevaplar, gülmeler, yaşamaklar… Her sorunda başkalaşan, başkalaştıkça yaşamla ölüm arasına doğadan ağlarını ören kadınlar.
Şimdi modern dünyanın hepimiz gibi beni de kapattığı şu beton evde; toplumsal kadın rollerinin, analıkla anaçlığın, dirayetle iktidarın, bilim ile bilginin ve dahi bedenin serim ve sağlamasını yapmaya çalıştım bir dönemde tesadüf olmasa gerek bunları yeniden ve yeniden anımsam. Sorulan her soru içimizde pusuya yatmış yaşlı bilge bir kadının gölgesi sanki, tüm olağanlığıyla varılmış bir yoldan içimize seslenen… Hiçbir çarkın parçası, hiçbir dişlinin parçaladığı, hiçbir yükselenin kölesi olamayacak kadar doğal ve vahşi insan doğası ve kadim bilgileri sanki insanı ayakta tutan.
Farkındayım ve mutluyum ki bu yazıyla hiçbir şey üzerine yeni bir şey söylemişliğim yok, uzman olmamanın mutluluğuyla, farkında olduğumuzun altının çizilmesidir çabam biraz, çünkü “ Zaman içinde kadına özgü içgüdüsel doğanın yağmalandığına, bastırıldığına ve ezildiğine tanık olduk.”  Çünkü doğrusal zamanda çağlarla bölümlendikçe “geliştik” bildik. Çünkü “Tarih boyunca Vahşi Kadın’ın ruhsal toprakları yağmalanıp yakılmış, buldozerlerle düzlenmiş ve başkalarını memnun etmek üzere doğal döngüleri, doğal olmayan ritimlere büründürülmüştür.”· En çok da buna tanık olduk. Tanık olduk çünkü omurgasızlığı ağrıyan şehrin tüm yükünü omurgamızda bildik…



                                         Moria Pia
                                                        2009 Çanakkale







· tüm alıntılar:
 Clarissa P. Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar, Ayrıntı Yayınları, 2004, İstanbul

kadın, özgürlük ve asalaklık üzerine.


      Deşifre etmek, tutum olarak kendi içimde çok uzun zaman önce tariflediğim ve oturttuğum bir yöntemdi. İkili çoklu kişisel yada politik ilişkilerde taban yada çatı nasıl tariflendi ise ortaya konulan hukuk yada etik çerçevesinde çözünmüş davranış yada yaşanmışlıkların ifade elilmesi ve tekrarından kaçınılması amacıyla işleyen bir yöntem olarak hep arkasında oldum. Bence iki insanın bir araya gelmesi özünde bir akitdir. En basitinden tek gecelik bir ilişki bile “birbirimizi öldürmeyeceğiz” maddesi ile başlayan uzun bir sözleşme değil midir? Bu sözleşme konuşulmuş olsun yada olmasın temelde bazı değerleri tanımayı önceliğe alır. Sabahına öldürülmüş bir bireyi  yaşam hakkı konusunu dile getirmedi diye suçlayamayız. 
            İş ikili ilişkilerde özel diye tasvir edilen alanlarda yan yana gelmelere geldiğinde sözleşme enine boyuna daha detaylı ve özelleşirken bir o kadar da daha özelleştiği için politikleşir bizler için. Bizler derken politik mücadelesini hayatının her bir noktasına yaşam olarak sokmaya çalışan, yaşamda kadın olarak kendi olarak var olma akışına aşağıdan yukarıya set çeken tüm otoriterlere direniş gösteren göstermeye çabalayan yada en azından bunların farkında olan, kendisine uygun görülmüş minik adasından boğulma pahasına kendini sulara atmış, algılarından bedenine tüm ergümanlarını yeniden kendi dili ile kendi aynasında biçimlendirmeye çalışan kadınlardan sözediyorum. Ve bu mücadeleye benzer daha iç daha derin daha zorlu daha marazlı va deha bilmediğim nicesini de içine alan biseksüel,transgender ve querlerden. İkili ilikşilerin erkek egemen dünyasında (marxist yada kapitalist) anti otoriter kadınların nedense ilk karşılaştıkları sorun güç mücadelesi. toplumsal ya da kapitalist ya da tüketimci  zorlamaları dışlamak başka yaşam pratikleri ve aşkın hallerini yaşamak  için ortaya konan poliamorist, çok eşli, aseksüel, cinsel özgürlükçü hareketlerin tamamının da aynı güven bunalımı ve güç mücadelesi sarmalında debelendiğini biliyorum.
            Nereye varmaya çalışıyorum?
            Bir süre öne yaşadığım bir olaydır bana bu yazıyı kaleme aldıran, ancak ne bireyi deşifre etmenin ne de yaşadıklarıma şahit ve bana yaşatılanlara yardım ve yataklık edenlerin deşifre edilmesinin hiçbir işe yaramadığını yaramayacağını, belki de olumlayarak reklam değeri taşıyacağını yada deşifre durumuna reaksiyonla kişisel alanlarım açısından daha büyük tehdit yada gerginlik oluşturacağını farkettim.(sistem nasıl da işliyor) İçimizde almamız gereken pek çok yol var elbet, ama özür dilemeyi öğrenmek bu yolların en uzun ve zorlusu sanırım erkek egemen dünyada.
            Bu yazının iki alt başlığı olmalı bence, iki temel zemini,
            Birincisi kendi özgürlük savaşını vermekte olan kadınların (bireylerin), yaşamsal duygusal bedensel istismarı, ikili ilişkilerinden başlayarak anti-otoriter, anti-cinsiyetci, anti- milliyetci, savaş karşıtı, aktivist yada pasivist bireysel ve çogulcu zaminleri adımlarına ayakkabı ve dolayısıyla vatan edinmiş özellikle kadınların yaşadıkları deneyimlerdenden.

            “Daha acik konusalim mi?” Diye yazmış Anares rumuzlu bir arkadaşımız yazısında
            “Su adamlardan bahsediyorum size: Entelektuel, aktivist, mangalda kul birakmayan(aktivist uslubunca, hasa delikanli tarzda degil-oylesi prim yapmiyor zira), her eylemin orgutlenmesinde on safta olan ama o sorularin bir gonul guzelliginden sorulmaya ihtiyac duyulmadigini bilse de, sirf bu sorular sorulup, is sozlu bir “anlasmaya” dayanmadigi icin yasanan seyin degil sorumlulugunu almak adeta hic olmamis gibi davranan, boyle davrandigi icin de sosyal hicbir yaptirim gormeyecegini bilen (geleneksel yapi cok uzakta- istedigim kadar istismar ederim, hesabina soracak ne bir abi ne bir baba var, ne bir komsu, hatta ne bir arkadas var.—ah yine mi dustum bu partriyarkinin cukuruna—), bunu bildikce de ayni seyleri farkli kadinlara ayni insan gruplari icinde tekrar edebilen, insanlarin arkadaslik iliskisi icinde dahi birbirini gozetmesi gereken konularla karsisina cikildiginda, “inanmadigi seyin sorumlulugunu alamayacagi” agdasini ozgurluk kavraminin ustune habire yapistirip cekerek sonunda yaralayan, sarkitan, sunduren…Erkek egemenliginin “ne feci” oldugunun konusuldugu sohbetlerde, kalinan evlerde yenip icildikten sonra biriken bulasiga goz ucuyla bakan, hadi birseyler hazirlayalim sozunu kadindan duymadan o ozgur kicini kaldirmayi degil becermek, aklina getiremeyen, kapali kapilar ardinda, duvarlarin arkasinda sevistigi kadinla disari ciktiginda aralarinda hicbirsey gecmemis davranan(hem sonra baska kadinlarla nasil yakinlasacak,ya da ya da bu bir duygusal sorumluluga mi donusur!), yasanan seyle ilgili kendisine soru soran kadina, imalarla “klasik dirdirci, cok soru soran,geleneksel” kadin kategorisine her an koyabilecegi tehditini hissettirerek her sorudan yirtmaya calisan, kendi gittigi “politik” toplantilara, eylemlere sevgilisini  davet etmek soyle dursun getirmeyen -veya karisini/sevgilisinin “es durumu”ndan o goruse, o cevreye dahil oldugunu belirtme piskinligini gosteren-hatta onun oralardaki kadinlar gibi olmasindan korkan, muhalif cevrelerdeki kadinlari kolay yatilacak kadinlar olarak gorup, onlarla yatan kalkan ama bir iliskimiz var mi sorusunu ozgurlugune tehdit olarak algiladigini soyleyip daha sonra “temiz,sevimli,guzel,masum,iyi niyetli” kadin aramaya cikan, bu kadinlarla yasadigi iliskiler sonucu kazara kadin hamile kaldiysa sadece operasyonda yaninda bulunmayan degil, “sen ne dusunuyorsun? bu cocugu istiyor musun?” sorusunu sormayi dahi aklina getirmeyen, cok eslilik adi altinda cok kadinli olmayi isteyen, dahası bu geleneksel formu “ozgurluk” maskesi altinda surdurmeye cabalayan, kendi birlikte oldugu kadinlardan biri başka bir erkekle birlikte oldugunda ya “baska bir neden” yaratarak sorun cikaran veya aciktan kustum oynamiyorum rolune giren, evlenip/birlikte yasayip/bir sabitlenmis iliskiye sahip olup, cok eslilik adi altinda baska kadinlarla da birlikte olan ancak asagi yukari hergun dondugu ve farkli alanlarda farkli -ve cogunlukla kopmaz, koklu seyler- yarattigi bu evdeki kadin ile diger kadinlar arasinda sonu basindan belli bir hiyerarsi yaratip yaratmadigi sorusunu kendisine sormaya daha tenezzul etmeyerek, bunun luksu(!) ve rahatligini suren, kendi yuce dehasina agzini ayirip bakmadigi ve kendisine -kahretsin- en azindan hayran olmadigi icin bir kadina dis bileyen, buna da baska sebepler gosteren, bir yandan kapitalizmi, tuketim kulturunu elestiren ama ote yandan bu kadin modelinin pesinden kosmaktan kendini veya sadece gozlerini  alamayan, dahasi kendisiyle celisen, yaptigi her berbatligin altini bir teoriyle doldurabilecek kadar hem okumus yazmis hem de bir etik gelistirmekten uzak kalmis olan, dahasi ve dahasi kadinlarin artik o geleneksel yapidan uzak olduklarini bildigi ve bu anlamda sosyal alanda zaten “korunmasiz” kaldigini dusundugu icin, her tur istismari akillica ve “kendi ozgurlugu” adi altinda gelistiren……”
(http://yenidunyaninesiginde.wordpress.com/2011/01/07/kadin-ozgurlugunun-asalaklari/)


            İkincisi konu ise kurumsal stk dernek vb alanlarda yaşandığı gibi bizler arasında da herşeyi alt eden dil yada kaçış yöntemlerine haiz "unsur abiler" var mıdır?
Benim yaşadıklarımın durumları yada ayrıntıları benim insiyatifimle konuşulmaya başlamadan bir yerlerde dile gelir iken, ki bu net dedikodudur, kimsenin bir telefon açıp ne oldu diye sormaması… çünkü en başta da sölediğim gibi çoğul politik zeminde yaptığımız sözleşmelere dair şöyle bir soru geliyor aklıma:  her sözleşme aynı zamanda bir taviz midir yoksa özgürleşmeye bir adım daha beraber atmamıza  yardımcı temel mi? Bu yanyana gelişlerin olumsuz bu yaşanmışlıkları biriktirmesi ile özgürlükten, bütün olmaktan, birey olmaktan, yaşamaktan ne kadar vazgeçtiğimizin ince hesabını yapabilen var mı?
            Varoluşlarını gerçekleştirmekten ümidi kesip kendini “zalımın” eline zalımlaşmak ile koyvermiş mutsuzlar diyemez miyim yaşadıklarımızın diğer yanına? Derim ama bunu benim (istismar edilmiş, zihinsel ve bedensel özgürlüğü asalakca kullanılmış herhangi bir kadının)  genel anlamda anti-otoriter bir topluluğa da demem ile birlikte hukuk adına bizi yan yana getiren ne kalacaktır? Mazlumlar (zulmün nesnesi) heryerde de, zalimler (zulmün öznesi) nerde?  hiç birimiz bu sıfatı kabul etmiyorsak? Freud’a mı sığınayım Marx’a mı?


            İki eşit insanın karşılıklı olarak güç ve otoriteyi dışarıda bırakacak şekilde bir araya geldiği bir örneği göremeden de öleceğim galiba..

                                                                                                                                                                Moria Pîa
                                                                                                                                                                    Ocak 2011 Bolu

YeSaRi KapıkOlu

                                   
ne şoreşe, şoreşa qu reqs nakim,  kuçe![1]


                        I                     
beni yanılgılarından kurtar,
beni giydirmişliğinden,
Su bentlerinde keskin bakışlardan,
beni sana suçlayan dillerden kurtar!
kimliksiz yeşillerden, nisansız allardan
beni sağdan sola bil’mesiz sözlerden kurtar


                        II                    
demirden değil
şiirden hücreler içindeyim

ey sokak!
hu! Diyorum.
anlayanın ta om’una koyuyorum!    
soyunsam
bilirim avuç içlerin meltem kokmaz uyuklayan yüzlerde.

arnavut kaldırımları romantik değildi
top arabalarının tehditkâr tekerlekleri
dahi kaldırım işçilerinin dizlerinde.


                        III
alnını aşka secde ederken
tacize uğramaz çocuklar.
hayat ütmezler misket oynarken
o duvarla bu yol arasında kral olmak senin asfaltın.

kız kardeşler sürtünerek boşalmazlar ey sokak,
tavuklar sperm yumurtlamazlar.
betonlar okşamasa kediler üşümezler.

5 taş olmak,
cam kırmak niyetiyledir
yüzümü sana dönmüşlüğüm taş gibiliğinde


                        IV
hiçbir çerakçı[2] şair değildi
ve şiir,
karanlığının zehrine göz bileyen
üryan şairlerin bedenlerini
dağlayan düşün titrek ışığını saymazsak
hiç de hoş kokulu akşamsefası değildir,


ne kuçeye, kuçeya qu reqs nekim. şoreş![3]



                                                           Moria Pia
                                                                          2009 



[1] Dans edemediğim devrim, devrim değildir, sokak!
[2] (Osm.)Kandilleri ve mumları yakıp söndürmekle görevli kişi.
[3] Dans edemediğim sokak, sokak değildir. Devrim!
Yesari: solak…

sözlü tarih



                     -kuruluş-

kendini kucaklamaya ezber bir suç boğdu
bu
tırnağını dudağına aşık eden
ilk es idi sanki
       ki ruja kan bulaşmamış saatlere solukluydu
parmak aralarında çarşaf
akşamdan kalma bir dumanı öper kadar
boş yastık
ve kekelemeyi bile becerememiş gözler
üzerinde diş izleri olan bir bardağa kandı
 
                                                                   yuvarlanmak
 
           -yükseliş-


üşüyordu
yabancı bir alfabede tanıdık bir eğri
gözlerinde
pencereyle sokak arasındaki gölgeler
hiç'den korkmuş
kum kokularıyla kırılıyordu
ve yerleşik ellerim
ege'den
       ki kirpiklerine değin tuzdular
güz tayları bekliyordu
 
                                                                   yakalanmak
 
              -fetret-
 
kışa yakışmadı us
üstünü başını örttü
doku ak-tı
gitmek isteyenin gidemeyişi 
 döküldü kahve
ten, duman, tüy
kar titredi
sesiz bir aşkın serserilere kuytulanışı
susuverdi şaraba
      ki sokak! ayalarını öptüğüm...
çok fena yaprak döktü
 
                                              kilitlenmek
 
                     -çöküş-

bu kente gelemeyen bir trenin hüznü içimdeki
bir çay daha için
ertelenmiş intiharlar
ve talihimin arsız
yara rengi gözleri
sen.
şu doğuramadığım
 
susturamadığım
            su damlası
                          ki en çok yosundan umduğum
yakalayamadığım
            şiir tay
                          aslım topraktı oysa
ve kilitleyemediğim
           göçebe dudaklarım
                            susamış morlar ülkesi
dahi yuvarlanışım
            zaman
hangi tarih affeder ki
sininde mermere kesmiş aşkın
seviş(il)memiş dizelerini,
hangi tarih
ege’yi
                                                                              Moria Pia 
                                                                              2004    Çanakkale

Yol/ A/ Düş/ Ün!


Yol
A
Düş
Ün!
                -X-
pencerenin pervazına sıkışakalan
pencere ile bir
kapanmayan  yaralardan doğuyorum
“öyleyse” ile başlamayan
“günaydın” ile ısınmayan tırnaklarımdan
                -Ê-
yolculuklarım demiştim
ver ellerini karışlasak
dünyayı kaç defa kucaklamaz
kaç urganlık
kaç kitaplık
kaç demlik yanlızlıklara açılır
otobüslerin kapısı

yolculuklarım demiştim babama
sen de ver parmaklarını
sayalım
kaç şehrin anahtarı kaybolmuş
kapılarını
saç tokamla açmışım

               

-Z-
kurşun geçirmez cinnetlerdi
topuklarımı kanatan
ahlat ağacına:
sana sarılmak “sana”sarılmak olsun diyen
Ah dilli elma
her düğmede bin kez
melez  doğsun diye aşk
geldim
buradayım
kurşun ağlatan

                            XÊZ : (krt) hat, çizgi


                                                             Moria Pia
                                                                         13 Kasım 2010
                                                                                          Wan

al - LAH’[1]


            



I
suyu bildiğinde susuzluk,
evi bildiğinde evsizlik
diye aktı
gözsüzüm heyhat,
kadehimdeki isyan mı?
“bildim” dedi el,
bilmenin keyfiyle
ilişti cebe…
 “sordum “ dedi tını
“duydum” dedi duman
güldü yatak,
“bir tek sözler mi yalnız?” sesiyle


II
sende bir nisan gizli,
çamdan bir hazan gizli
candan bir Al-i İmran[2] gizli
sözün bittiği yer, dile gelemeyeceklerin olduğu yer ise
sende bir düş-ince gizli
sırtımda biriken ter damlaları zaman
sende bir üşüme gizli…
nice kırıldım bak bileklerim yanık
sende bir tufan, siz’li


III
sana bakmak, suya bakmak
arkaya bakmak biraz
ayak sesleri, trenler
sana bakmak gitmeye bakmak
kendi gidiş’ine üzülmek biraz
Biraz Kalış’ına
gitmek’e ulaşamayış’ına.
sana bakmak şiire bakmak
parmağından doğurduğun kızıma
bakmaya bakmak bana bakmak
sana bakmak
bak
ma
mak


IV
çığlığım fısıltıdır yeterince uzaksan
sarılışım ahşabın gıcırtısı
sayıklıyorsam
sarhoş bir yalvaçtır uyku bu gece teninde
ağlıyorsam
bahar değil sen yine de aç diye
özüm sözünü yazılıyordur duvarlara
özlüyorsam.
ve dahi gülmüyorsam,
ki içim yüzüm
bir mavi çiçek[3]
gölgende bir An
yan
mış
sin
ine daha ben
sin
meden,
bilmişliğimdendir.   


                                          Moria Pia 
                                                          2009 Samatya



[1] (Gövde) sülpük ve sarkık olmak.

[2] Kur’an  33. ayet
[3] Ataol Behramoğlu

YAYIN KOLEKTİFİ VE AŞKINA BİR SOHBET



            13 ocak 2011 tarihinde muhalefeten yayın alanına ellerini açan yayın kolektifi 365 gündür bir arada… Bu süre zarfında Kibele ve Kaos yayınları ile kol kola 7 kitap basıldı ve yayına hazırlanan 3 kitap kapıda… oldukça uzak mesafelerden  ve yaşam örüntüleri birbirinden farklı bir grubun oluşturduğu yayın kolektifi 1. Yılını hep beraber kutlayamadı, dolayısıyla konumuz bu… Ortak zaman ve mekânı kullanmadan hareket edebilmiş, yeni engeller, yeni tempolar, oluşturarak hasımlarının yerini belki de değiştirmiş ve bence yaşam kozlarını yeniden inşa eden yayın kolektifi ile uzak mesafeleri bir kâğıt üzerinde bir araya getirmek gayreti ile…

            Moria Pia: dip notlarını otel duvarlarına ve bisiklet jantlarına kazıyanlar aşkına, yazar ile yayınevi arasındaki kapitalist ilişki nasıl örülmektedir? YK’ nın bu noktadaki muhalefetini açabilir miyiz?

            Can Başkent: (New York City) Yazar ve yayınevi arasındaki ilişki kapitalist dünyada, kapitalizmin sıradan yansımalarından biridir bence. Nasıl, manavla çiftçi arasındaki ilişki de kapitalizmde kendini sömürü ve pragmatizm üzerinden konumlandırıyorsa, benzer bir inşa da yazar ve yayıncı arasında elbette var. Ben, entelektüel üretici ve bu ürünün dağıtıcısı, pazarlayıcısı arasındaki ilişkinin kendine has spesifikleri olduğunu düşünmüyorum, eşyanın tabiatından kaynaklı farklar dışında. YK'nın muhalefeti de işte bu noktada beliriyor bence. Dayanışmayı ticaretin, omuzdaşlığı ticari ortaklığın, hoşgörüyü rekabetin yerine koyuyor. Bu temel inşa farkı, YK'yı piyasadan farklılaştırıyor.

            Moria Pia: Bir yazar ve söyleşir olarak sizin muhalefet noktalarınız nereleredir?  Yayınevlerinin güvenlik kapılarından geçtikten sonra yazarları neler beklemektedir? YK’nın çabası niyedir?

            Can Başkent:  Benim muhalifliğim bir anti-kapitalist ve anarşist olmamdan kaynaklanıyor elbette. En önemlisi, tüm bu iktisadi sömürünün yanında, kapitalizmin ve kardeşi pragmatizmin birlikte yarattığı ahlaki yapıdan nefret ediyorum. Dolayısıyla, gerek insan ilişkilerinde, iletişimde  ve iş yapma şeklimizde bu ahlaki yapının dışlanması benim amaçlarımdandır. YK'nın çabası da, “devrimi’ beklemeden devrim olmak olarak özetlenebilir bana kalırsa.

             Moria:  Sokağa çıkmaya korkan ötekiler aşkına nedir sayfalarda bizi ayıran Hülya? Medyada ayrımcılığın yapılmadığı, çünkü bu tür haberlerin artık haber edilmediği, edenlerin yerlerinde duramadığı bir ortamda;  yazar, yayınevi, dağıtım parantezinde ne tür ayrımcılıklar yaşanmakta, YK ayrımcılığa karşıdır ifadesini biraz açabilir miyiz?

            Hülya Tarman: (Ankara) YK ‘ın nasıl bir ayrımcılık karşıtlığı var. “Genel”‘ bir şey söylemem mümkün değil! Ancak net söyleyebileceğim şu: YK şöhretlerin değil yaratıcı ve bilinmeyen değerlerin izini sürüyor!Bu çaba çok ince bir emekle veriliyor.Belki genel çerçeve şu demektir: Dayatılan, ezbere yerleştirilen herhangi bir “ötelemeyi” reddetmek.
Dezavantajlı  grup ya da kişileri, dilleri vb. gibi “gözetmek” kapitalizm işbirliği olmadan popülerleşme olmaz mantığından ayrı durma ısrarı!Ya da bunlar benim algımda, beklentimde oluşanlar diyeyim.
Çok yeni bir kolektiften söz ediyoruz. Zaman zaman hararetli konuşmalar oluyor, el yordamı, deneme yanılma hali içinde, görerek, pratikte sorunları yaşayarak aşmaya çalışıyoruz… Bence ayrımcılığa karşı sıkı bir duruşu var kolektifin!Dağıtım ve tanıtımda yaratıcı olabilirsek “kim tutar bizi” halimiz bugünden var!
Sokağa  çıkmaya korkan ötekiler aşkına nedir sayfalarda bizi ayıran ? Diye sormuşsun… İçim acıdı… Keşke sokağa çıkmaya korkan olmasaydı ve biz sayfalarda ayrılmasaydık! Ama biraz da bu aslında neden bu denli, bu kolektif beni heyecanlandırıyor sorusunun cevabını senin sorunda buldum. Evet “sivil sansüre” sokağa ulaşamam kaygısı olanlara ayrı bir sayfayız biz! Tam sokağa çıkacakken  kapıya eli varmadan yerine oturan çok kişiye başka bir kapı açıp Sokağın tüm hareketine, gürültüsüne, canlılığına, acısına rengârenk meydanlara davet eden…Yazanı okuyanla buluşturan. İçimizden, içimize bir el veren, teklesek de, aksasa da, yolunda gitmese de her zaman her şey…İşte bir yıl geride kaldı… ama hiç öylece değil… basılmış 7 kitap, basılacak, bekleyen 3 kitapla…
Hiç az şey değil, değil mi?

            Moria: ben ne güzel işerim güneşe karşı/arkamda medrese duvarı önümde carşı/ bir sürekli kaşınmadır yaşadığım/törelere ve alışkanlığa karşı, der ya Turgut uyar su yorumcuları şiirinde,  yk redaksiyon  grubunu bize biraz anlatır mısın?

            Melih Dalbudak:   (Gaziantep) Benim Yayın Kolektifi'ne katılma ihtiyacı duymam, hep  "boyundan büyük işlere kalkışma" güdüsünden kaynaklandı. Ortaklaşmacılık, kolektivizm, gönüllülük v.s., adına ne derseniz deyin, insanın özünde, samimiyetle bulunan bir duygu. Çünkü bu duygunun karşıtı bencillik, cemaatçilik, menfaatçilik v.s.'dir. Yayın Kolektifi'nin kuruluş bildirgesi ve diğer metinleri hep bu güdüye vurgu yapar ve davet eder. "Bir el ver" aslında, bu özün ve içtenliğin  yalın ifadesidir.

            Yayın Kolektifi'ne girerken ve el vermeye gönüllüyken aklımdaki tek konu tashih/redaksiyon işlerine yardımcı olmaktı. Ama bu niyetimin dışında da birçok işte diğer arkadaşlarla birlikte çalıştık ve devam ediyoruz. İlk 4 kitabın yayın çalışmalarına yetişemedim ama basım süreci ile birlikte el vermeye çalıştım.

            Redaksiyon grubu özelinde, çalışma şeklini şöyle özetleyebilirim: Yayın Kolektifi'ne gelen her türden dosya, yazarın adı ve diğer bilgileri çıkarılarak, redaksiyon grubundaki arkadaşların gönüllü çalışmasına sunulur. Dosyayı üstlenen arkadaşlar, kendi aralarında belirleyecekleri makul bir süre içinde dosyayı okuyup, birer  rapor hazırlarlar. (İlkesel olarak en az 3 rapor hazırlanır.) Raporlarında dosyayı; dil ve imla, anlatım, tutarlılık, kullanılan üslup v.d yönlerinden, ama bir editör gözüyle değil, iyi bir okur gözüyle değerlendirirler.  Dosyada eleştirdikleri ve düzeltilmesini elzem gördükleri konuları raporlarına geçirirler ve sonuçta dosyanın basıma önerilmesi konusunda olumlu bir kanaat oluşursa, yazarla tekrar iletişime geçilerek, dosyanın teknik bakımdan hazırlanması başlar. Teknik konularda yetkin arkadaşlar, özellikle kapak tasarımı  ve diğer konuları yine gönüllülük çerçevesinde ve kolektif katılımcılarının önerileri doğrultusunda netleştirir. Bundan sonra da dosyanın basım için yayınevlerine önerilmesi süreci başlar.

             Redaksiyon süreci kısaca böyle. Ama ben şu konuya da değinmek istiyorum sevgili Moria. Zaman zaman YK içinde ideolojik, kişisel ya da başka nedenlerle  tartışmalar ve soğukluklar yaşandı (mesela şimdi de, ırkçılık ve tepki temelinde hafiften bir kıpırdanma var). Ben böyle durumlarda yazmaktan çok, düşünmeyi tercih ederim. Ondan sonra sadece YK sayesinde tanıdığım ve kimiyle az, kimiyle çok fazla paylaşım yaşadığım, birbirimizin yaşamına değebildiğimiz dostlarımızı düşünürüm. Bir iş veya eyleyişte birlikte olabilmiş dostların, ortak bir entelektüel ya da zihinsel faaliyette de üretkenlikleri daha fazla oluyor bence. Bu bakımdan YK'nin kattığı değerlerin yanında, zaafı olarak bu noktayı söyleyebiliriz. Yani birbirini -bir şekilde- tanıyan ya da birbirine -her türlü- değebilen insanların artması.

            Moira Pia: “Çok okudun biraz da yaz”  diye başlıyor Murat Uyurkulak Har romanındaki kutsal kitaba…  Yazmaya karar verip yayınevi duvarlarından  korkanlar, muhalifler ve yolda olanlar için YK’ya ulaştıklarında süreç nasıl işliyor Ceren?   

           Ceren Cevahir Gündoğan: (İstanbul) Yazmanın çok yalnız bir eylem olduğunu düşündüm hep. En neşeli romanı-şiiri de yazsa, yazar, orada yalnız ve dolaysız bir dünya kurduğunu gördüm. Benim yazıyla ilişkim çok okumakla başladı. Daha doğrusu okumayı öğrendikten sonra okuyup sevdiğim, bende yer eden yazarları-şiirleri taklit ederek... Yayın Kolektifi'ne, daha cüretkâr olduğum o yaşlarımın şiirlerini gönderebilmeyi çok isterdim. Hiçbiri bende yok. Olsa da, toplumsal kaygılar gereği gönderemezdim sanıyorum. Kolektif'in önemi benim için bu noktada başlıyor. Kimse kimseyle “yüzleşmiyor”, dosyası olan, “ben de varım” diyerek kolektif içinde belirlenen editör arkadaşımızın mail adresine dosyasını gönderiyor. Tabiri caizdir, zımba gibi bir redaksiyon grubumuz var. En az 3 kişi dosyaya gönüllü talip oluyor. Her birimiz ayrı coğrafyalarda, apayrı işlerde  olduğumuzdan kimler müsaitse alıyor dosyayı. Belirlenen süre ne ise (ben iki ayı geçtiğini hatırlamıyorum) o süre içinde dosyayı okuyan arkadaşlar dosya hakkındaki görüşlerini raporlandırıyor. Yine editör arkadaşımız tarafından bu raporlar dosya sahibine iletiliyor. Raporların neticesi “Yayın Kolektifi bu dosyanın kitap olarak basılmasına destek olmalıdır” yönündeyse, yayınevlerine dosya öneriliyor. Yayınevi duvarlarını biraz da kendi mütevazılığımız inşa ediyor sanırım. Yazıyla kurduğu dünyayı sırtına alan hiç kimse o duvarlardan korkmamalı. Çünkü kutsal olan biziz aslında ve sanırım Uyurkulak da buna işaret etmiş o cesaret verici cümlede.


            Moia Pia: Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,/Baştan beri üçüncüyü aramıştı./Ama bu bir şey değildi asıl aradığının yanında diyor Enis Batur… altına el atılmış bütün taşlar aşkına nedir bu coğrafyada kolektif mücadelenin  aradığı?

            *Gün zileli(İstanbul ) 20. yüzyılda insanlık yeni bir toplum için bir örgütlenme biçimini denedi. Bu, Leninist örgütlenme biçimiydi. Yani, egemen sistemle mücadele edebilmek için aynı onun gibi merkeziyetçi ve disiplinli bir şekilde örgütlenmiş bir yapıya ihtiyaç olduğu fikriydi bu. Yaşanan deneyler sonucunda bu örgütlenme biçiminin yeni bir toplumun kurulmasında başarısız olduğu ortaya çıktı. Evet, belki eski sistemi belli ülkelerde yıkmakta başarılı oluyordu bu örgütlenme ama iktidara geldiğinde, aynı eski sistem gibi baskıcı oluyor ve insanların inisiyatifini köreltiyordu. Bu yüzden insanlığın ortak hafızası artık bu örgütlenme biçimini tarih müzesinde, çıkrık ve baltanın yanına göndermiş bulunmaktadır. İnsanlar 21. Yüzyılda, özinisiyatife ve insanların ortak çabasına daha çok ağırlık veren, çok daha ademimerkeziyetçi bir örgütlenme biçimini aramaktadırlar ki, bunun adına kısaca kolektif örgütlenme diyebiliriz. 
            Moria pia: Önceden şimdiye bu coğrafyada kolektif örüntüler (yapı ya da örgüt ya da mücadele de tercih edilebilir ama bence örüntü) neleri dert edindi, nelere muhalefet etti, özellikle yayın alanında başkaca deneyimlerden söz edebilir miyiz?

            *Gün zileli: Bildiğim kadarıyla yayın alanında bazı girişimler oldu daha önce. Bunlardan en bilineni Yazko’dur ama başarılı olamadı ve piyasa ilişkilerinin içinde dağılıp gitti. Kolektif bir örgütlenme (yayın alanında ya da başka alanlarda) başarılı olmak istiyorsa egemen ilişkilerin ve en önemlisi piyasa ilişkilerinin dışında örgütlenmelidir. Tamamen gönüllülüğe ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı bir örgütlenmeyle hakim kapitalist ilişkilere direnilebilir.
            Moria pia: aklın kıvrımlarına zincirlenmiş cümleler aşkına, yk ve yayın konusunda benzeri muhalefet alanları bir okuyucu ve destekçi olarak sana ne katıyor Mahmut?

            Mahmut Çebi (Marmaris): Paranın dolaşımını denetleyebiliyorsan, muhalefetin dolaşımını da denetleyebilirsin.  Komplo teorilerinden bağımsız bakarak, diyebiliriz ki; nakitin kontrolü sistematik olarak haçlı seferleri sırasında başlamış ve bugüne kadar, bir bilim dalı şekline ulaşarak gelmiştir.
Para muhalefeti sevmez, muhalefet de (kısmen) parayı sevmez. En masum şekliyle, paraya angaje olmuş bir muhalefetin muhalif damarlarından çoğu kopmuş demektir. Bu bağlamda, piyasa şartlarından bağımsız bir yol çizebilen, ufku açık her aktivite bir umuttur.  Pembe panjurlu geleceğini, o panjurları satın almak yerine kendisi yapabilmeyi uman her düşünce, geleceği finansal kaygılardan uzak düşleyebilen her muhayyilenin umududur.
Yayın Kolektifi, fikrin finanstan bağımsız bir salgın haline gelebilmesi için atılmış bir adımdır. Aklın konstrüksiyonlarının bile parayla üretildiği bir çağda, aklı paradan, parayı akıldan çıkarmanın yolunu bulabilmenin tek çaresi de akıntıya kürek çekmektir. Çok mu zordur? Çok zordur. Zaten kolay olsaydı, ne sen bu soruyu sorardın, ne de ben cevap yazmak için uğraşırdım.

            *Moria Pia: Dünyanın tüm ritimleri ile zıplaşan fasulyeler aşkına, YK’da olmak ya da bir kolektifte olmak ya da aslında onu olduran bir parça olmak birey olarak sana neler kattı, üretim sürecinden aklında kalan anılar var mı Şule?

            Şule ayaz: (Ankara) -Güzel soru, hele şu "zıplaşan fasulyeler" kısmı beni çokça zıplattı! :) YK öncesi, kolektif denebilecek bir yapılanma içine girmiştim, ama ne çemberin içindeydim ne de dışında :( Çıkması planlanan dergi çıkamamış, fikri de sönümlenip gitmişti zamanla. 

YK ise çok ilginç bir şekilde, baştan itibaren çemberin içine çekti beni. Burada YK derken soyut bir oluşumdan bahsetmiş gibi oluyorum, doğrusu YK bireyleri; onların paylaşımları, düşünceleri, tavırları, bana/birbirlerine yaklaşımları vb.... Sürecin sonunda kitapların basılması ise, önceki deneyimimden dolayı, hiç beklemediğim bir sürprizdi :) İşin ilginci, basılan altı kitaptan üçünün sürecine dahil olmuştum -doğuma eşlik etmiş cicianne benimsemesi :)- 

Ama üretim sürecindeki asıl ilginç/unutulmaz anım kolektifin Facebook'taki "Ahmet Şık'ın Kitabı Bende de Var" kampanyasına ait: Facebook ayarlarıma göre tüm bildirimler mail adresime geliyordu ve ben bunu kampanyanın başladığı günün gecesi fark edip 25 bin mail silmek zorunda kalmıştım :)

Tabii ki süreç tamamen toz pembe ilerlemiyor: Tartışmalar, gündemin getirdikleri, yapılması gereken ama yapılamayan işler... Ama silkinip devam edebilmek ne güzelmiş yahu! Yayın Kolektifi, her şeyi bir yana koyalım, devam edebilmeyi gösterdi/öğretti bana; yılmadan, kolektif olabilme bilinciyle, güzel paylaşımlara ve ürünlere...

Düşüncelerimi dile getirme fırsatı (ve dürtüklemesi :)) yarattığı için Moria Pia'ya sonsuz teşekkürler...

            Moria Pia: Şayet dünyanın büyük bir değişime ihtiyacı olduğunu fark edersen, kendine en yakın dünya "sen" olursun... Oradan başla” diyor OSHO… YK sizin kapınızdan içeriye nasıl süzüldü?  Nasıl tanıştınız?

            ASYA: (Mersin) Şayet dünyanın büyük bir değişime ihtiyacı olduğunu fark edersen, kendine en yakın dünya "sen" olursun... Oradan başla… Röportaja böyle başlamışsın ve ne de güzel denk düşmüş benim durumuma.

Bana sorduğun sorunun cevabı çok kısa aslında; çok sevdiğim Ceren Cevahir ve Gün aracığıyla YK'yla tanıştım. Az biraz yazı yazan, hep okuyan ve kitaplarla ilgili türlü türlü işlere:) bulaşmak isteyen biri olarak bu çağrıyı hemen kabullendim ve böylece dahil oldum YK'ya. Ancak bazı sebeplerden ötürü şimdiye kadar pek etkinliğim olmadı. Bir süre önce yeniden bir redaksiyon ekibi oluşturulurken de bu ekipte yer almak istedim. Dosyaları bekliyorum merakla.

Yaşarken, çalışmanın ve gündelik hengamenin dışında başka bir döngüye ortak olmak istedim, istiyorum. Değişime-dönüştürmeye kendi küçük yaşam alanımdan başlayınca “bir şeyler olacağını” hissediyor ve buna feci halde inanıyorum:)

Olabilecek güzel şeyler için,
umutla.. 

         Moria Pia: Yürüyen merdivenlerde tersine koşturanlar aşkına neresidir bu plazalar ve pataklıklar alanı? Ya da şöyle sorayım: Düzenli kitap okuyan ve  ilişkilerini, belki gündelik hayatlarını bu tür ilişkiler üzerinden kuran pek çok okuyucunun halen tam olarak algılayabildiği bir mesele değil “plazalar ve bataklıklar alanı” haline getirilen yayıncılık… bu tamlamayı biraz açabilir miyiz? Okuyucu artık sadece bir tüketici midir?

            Sina Akyol (İzmir): “Yürüyen merdivenlerde tersine koşturan çocuklar aşkına” girişinizi çok sevdim; Yayın Kolektifi’nden geldiği belli olan harika bir soru, harika bir başlangıç!
Aynı zamanda kitap-dergi okuru da olan yazar-çizer kesimi “sadece bir tüketici” değil elbet. Çünkü bu kesim işin farkında; birileri tarafından yanıltılmıyor, yanılıyorsa da kendi tercihi yanıltıyor kendisini. Yani sorun yok, ‘piyasa’yı biliyor; kendi dünya görüşü-kültürel birikimi-beğeni düzeyi çerçevesinde belli bir tercihte bulunuyor. Bu durumda kitap-dergi okuru da olan yazar-çizer kesimine dahil olanlar için “sadece tüketici” diyemeyiz. Yazarlıkları çizerlikleri olmayan ‘kitap kurtları’nı da bu kapsamda değerlendirmek gerek.

Ne var ki –özellikle genç kesimden-  pek çok kişi, ne okuması gerektiği konusunda son derecede kararsız. Çünkü bilgisiz. Bu kesimdeki insanların bir bölümü, ‘kitap eki’ veren gazeteleri alıyorsa, bir oranda şanslı sayılabilir. Çünkü okuyabilecekleri doğru-dürüst kitaplarla ilgili yazılar da yer alıyor bu eklerde. Ne var ki bu ekler de tavsadı zaman içinde. Hangi yayınevi daha çok ilan verirse, o yayınevinin kitapları inceleme yazılarına konu oluyor.

İnsan ‘kitap kurdu’ değilse, ‘kitap eki’ veren gazete de almıyorsa, ‘okur’lukla ilgisi zaten yoktur diyebiliriz. Fakat öyle değil; kitaplar, ‘piyasa’da, en fazla, bu ‘okur olmayan okur’ toplamı için basılıyor. Kitabın adı, kitabın kapağı belirleyici olabiliyor mesela. Hele ki o sıralarda, o kitaptan dönüştürülmüş bir televizyon dizisi yayınlanmaktaysa ekranda, kıyamet gibi satıyor kitap. Tabii bir de ‘polisiye’ler var. Ya da gizemci, fantastik yanı ağır basan kitaplar… Ya da ‘bilim-kurgu’lar, ‘best-seller’ler… Var oğlu var/var kızı var! Bir zamanlardı, otobüste filan kitap okuyan kişiye ‘kaliteli kişi’ diye bakardık. Şimdilerde otobüste-minibüste-trende-metroda-vapurda ‘kaliteli kişi’den geçilmiyor ortalık; oturarak ve hatta ayakta, ısrarla kitap okuyanlar var. Bugüne kadar bu aziz okurların ellerindeki kitaplardan hangisine göz ucuyla ‘sarktıysam’, yukarıda türlerini andığım kitapların kapaklarıyla selamlaştım! Bu tür okuyucu elbette “sadece bir tüketici”. Hal böyle olunca, “düzenli kitap okuyan ve ilişkilerini, belki gündelik hayatlarını bu tür ilişkiler üzerinden kuran pek çok okuyucunun”, “plazalar ve bataklıklar alanı haline getirilen yayıncılık”ı  anlamadığı görüşüne katılamıyorum. Tarif edilen türdeki okur bence anlıyor durumu, ama yapacak bir şeyi yok.

Bugüne kadar on dört kitabım yayımlandı. Bu kitaplardan bir kısmı, mütevazı fakat iddialı yayınevlerince basıldı (Tan Yayınları, Şiir Atı Yayıncılık, No 27 Yayıncılık, Mayıs Yayınları). Bir kısmını, katiyen mütevazı olmayan yayınevleri bastı (Harf Yayınları, Toroslu Kitaplığı). Bir tanesi, ‘merkez’deki fakat edebiyat tarihimiz içinde geleneği olan bir yayınevinden çıktı (Varlık Yayınları). Devamla: Bazılarını, ‘Plaza yayıncılığı’ yapan ‘merkez’deki bir yayınevi yayımladı (Yapı Kredi Yayıncılık). Bazıları ise, yine ‘merkez’de yer alan, bana göre son derecede saygın  -fakat özellikle son dönemde bazı yazarlarından para alarak kitap yayımladığı iddiası ve gerekçesiyle eleştirilen-  bir yayınevinden çıktı (Yasakmeyve-Komşu Yayıncılık). Bu kitaplardan hiçbiri çok satmayacaktı, satmadı.

Bu satırları boşuna yazmadım; zıplayıp şuraya geleceğim: “Plaza yayıncılığı”;  zarar etmemeye kararlı, hesaplarını buna göre yapmış, adımlarını bu hesaba göre atmakta olan yayınevlerinin yayıncılık anlayışlarını ve yayıncılık faaliyetlerini ifade eder. “Bataklık” ise; değerli bir kitabın dahi, sırf yazarının tanınmamış bir kişi olması gerekçesiyle reddedilmesinden (hatta dosyaya bile bakılmamasından) başlayıp ‘gelişen’ bir süreç anlamına gelir. Bu süreç; itiraz etmeyen, edilgin bir okur kitlesi yaratan, gerici, ‘her türden popüler’ kitabın yayımlandığı ve bu kitapların reklam faaliyetleriyle neredeyse ‘best-seller’ kılındıkları bir süreçtir.

Kendimden hareketle belirteyim: On dört kitabımın on dördü de, yayımlayan yayınevlerini zarara sokmuştur. Son kitabım şimdilerde ikinci baskı yaptı; bu ikinci baskı dahi, kitabı yayımlayan yayınevini kâra geçiremeyecektir. Bir bilgi daha: Yapı Kredi Bankası bünyesi içinde faaliyet göstermekte olan Yapı Kredi Yayıncılık, ilk zamanlarında, ‘başardığı’ zararını bankaya yansıtıyordu. Ama günün birinde adı geçen banka, adı geçen yayınevine dedi ki: “Şüphesiz ‘prestij’ katıyorsunuz bankamıza, teşekkür ederiz, fakat yıl sonunda kâra geçememişseniz, kapanırsınız, artık kendi yağınızla kavrulacaksınız!”
Bütün bunlar, ‘yayıncılık sektörü’nün somut gerçeklikleri. Peki, “Plaza yayıncılığı” yapan yayınevleri de dahil olmak üzere, zarar eden yayınevleri niye devam ediyorlar yayıncılığa? Kâr etmeyeceklerini bildikleri halde kendilerini zarara sokacak kitapları neden çekinmeden yayımlıyorlar? Kâr edecekleri kitaplar ile zararlarını karşılayacakları, böylece işi dengeleyecekleri için. Bir de, ille o işi yapmak istedikleri için. (Ya da YKY, İş Bankası, Doğan Yayıncılık örneklerinde olduğu gibi, yayıncılık da yapıyor olmanın getireceği ‘prestij’e ihtiyaç duyulduğu için.) Burada, tam da yeridir, şunu belirtmek gerekir: Yapı Kredi Yayıncılık, İş Bankası Yayınları, Doğan Yayıncılık, vb. için “Düşünce dünyamızı, kültürümüzü, sanatımızı belirlemek, muhalefet edilmesini engellemek gibi şeytanca misyonları nedeniyle…” türünden eleştiriler getirilir. Bu türden eleştirileri, 70’li yıllardaki “Küçük burjuva!” suçlamasına benzetirim. Bir insanı “küçük burjuva” olarak nitelemek, olsa olsa bir saptamada bulunmaktır. Oysa 70’li yıllarda bir saptama değil, bir ‘küfür’ idi “Küçük burjuva!” Yapı Kredi Yayıncılık, İş Bankası Yayınları, Doğan Yayıncılık, vb. gibi “plaza yayıncılığı” yapmakta olan yayınevlerinin en muhalif yazarlarımızdan kitaplar yayımladıklarını biliyoruz. Yalnızca bir örnek: Şanlı muhalefetini 80 yaşında da sürdürmekte olan Leyla Erbil’in son romanı “Kalan”, yazarın diğer kitapları gibi, İş Bankası Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bir nokta daha: Örneğin ‘devlet’in bile  -“Dünya Klasikleri” mantığı çerçevesinde-  yayımlamaya cesaret edemediği nice değerli yapıtın Yapı Kredi Yayıncılık tarafından, “Kâzım Taşkent Dizisi” içinde yayımlandığını da unutmamak gerekir.

Yayın Kolektifi, ‘kitaplar öneren yayıncılık’ anlayışını elbette sürdürmek isteyecektir. Sözünün ve ‘nazı’nın geçtiği yayınevlerine, ‘şanı şöhreti olmayan yazarlar’ önermekten elbette geri durmayacaktır. Ne Yayın Kolektifi, ne de bağlantı kurduğu yayınevleri, bu anlamda, “bataklık”ta “plaza yayıncılığı” yapan kuruluşlar değildir. Ancak Yayın Kolektifi’nin “Yazara telif ödenmemesine karşıyız. Telifin kitapla ödenmesine de karşıyız” biçimindeki çıkışını, ilk günden bu yana ‘gerçekçi’ bulmadığımı belirtmek zorundayım. Lütfen dikkat: Bu çıkışın doğruluğunu-haklılığını tartışmıyorum. Yalnızca şunu söylüyorum: Yayın Kolektifi’nin önerisiyle basılan kitapların ‘müthiş satacak’ kitaplar olmadığını, çünkü o kitapların bir tür ‘azınlık’a hitap eden, neredeyse yalnızca o ‘azınlık’ı ilgilendiren kitaplar olduğunu bilelim, diyorum.

Biraz da gülümseyelim diye, başıma gelen / başımdan geçen, beni hâlâ eğlendiren bir anı ile bitireyim: Yılını unuttum, Aralık ayıydı. Yapı Kredi Yayıncılık’ın büyük kentlerde açtığı, ‘satış noktası’ diye adlandırdığı, yalnızca YKY’nin yayımladığı kitapların satıldığı kitapçı dükkânları olduğunu herkes bilir. İşte İzmir’deki o ‘satış noktası’na gitmiş ve yüzde kırk indirimle kendi kitabımdan satın almak istediğimi söylemiştim görevli arkadaşa. Demişti ki bana: “Kitabınız yok satıyor şu günlerde. Bitti. Yayınevinden istedim, gelecek.”
Şaşırmıştım, “Niye yok satsın ki benim kitap?” diye sormuştum. Şöyle anlatmıştı: “Yılbaşı geliyor ya, herkes hediye alma derdinde. Şükür ki bazıları da hediye olarak kitap alıyor. Bu dükkâna gelenler, ‘Yılbaşı için hediye edeceğim bir kitap istiyorum, ama kalınca bir şey olsun’ diyor. Ben de kalın olan bütün kitapları çıkartıyorum. Sizinki de acayip gidiyor arada.”
Benim kitap “Toplu Şiirler”di, 360 sayfaydı.
Sina Akyol



Moria Pia: Martılardan, bölüşülüp yenilen simitten, hatta savaşlardan bile duygulanmayan lakin şu an aklımızı yasladığımız dağlardan bile eski diye geçti ilk aklımdan… sence kitap nedir?

Ömer Ayzer (Malatya): bu aralar, epeydir, nereye koyacağımı, nasıl düzenleyeceğimi
bilemediğim bir şeydir.. Aklıma gelense ruhun vücut bulmasıdır belki.. "ol" denmesidir her bircümleye.. "ol"an dır..
kapağını açmak bir mezarı açmak gibidir belki de.. sanki her kitapta herkesler ölmüştür.. anlatmaktadırlar ama içeriden içeri.. toprak altına gömülmüştür de zamanında.. "görülmüştür" de..
kitap..
ki illaki kapağı olan bir şeydir işte.. : )

Moria Pia: dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç diyor ece ayhan kapalı karşı şiirinde,  bu kadar birbirlerinden uzak mesafelerden bir araya gelmiş bir insan grubu ile kolektif işler yürütmek yada yürümekte olan işleri görmek onlara destek olmak sana ne ifade ediyor?
 
Mîraz RuspÎ (Diyarbakır): Bir mecburiyeti ifade ediyor. Aile, aşiret, cemaat, mahalleli Kolektif ağlarında doğup büyüdüm. Tüm bu dayanışma ağları devlete ve kapitalizme karşı bizi korurken ‘ben’i öldürüyordu. 
          Kapitalizm kolektif yapılarımızın açığını iyi gördü bireysel özgürlük şiarına demokrasi yalanına eklemleyerek yeni düzeni inşa etti. Bu arada paraya ve itaate dayalı yeni dayanışma ağı yarattı. Aile,cemaat, mahalle, aşiret kolektiflerinin dayanıştığı her şeyi para ve itaat karşılığı yerine getiriyor; annemiz yerine kreşler para karşılığı çocuğumuza bakıyor, Belirli bir bağış karşılığı kurbanımızı kesenler var, para karşılığı yaşlılara bakan huzurevleri var, para karşılığı komşumuzun yerine evimize istediğimiz yemeği getiren lokantalar var. itaat karşılığı bize yeşil kart dağıtan kurumlar 
       Ayrıca paran varsa ve toplumsal olaylara karışmıyorsan istediğin kadar birey olabiliyorsun. Para kazanmak içinse birilerini sömürmeli yada bir işyerinde canın çıkana kadar çalışmayı kabule etmelisin. Kolektivite bana bir mecburiyeti ifade ediyor. Yeni düzene karşı gelmek için bu günü ve yaşam biçimimizi bireyi önemseyen değer veren ve paraya dayanmayan yeni dayanışma ağlarını kurmak yada bu dayanışma ağlarında yer almak zorunda hissediyorum. Sorunun neden kolektif yayın kısmına gelince çünkü aklın yolu bir paranın baskın geldiği yayın sultasına karşı bir şeyler yapmak gerekiyordu. 
          İşte bu gerekliliği hissedenler bir araya gelmeyi başardılar. Başlangıçta geçici bir heves kısa sürede dağılacak bir topluluk gibi görünse de işte görüyorsunuz bir yılın ardından yayınladığı kitaplarla yayın kolektifi dimdik ayakta.   
 

UZUN SAP

Sol ayağıma de ki Delile… I.                      PERDELİ sen bana dokunduğunda Venedik’te bir çan zincirlerinden boşalıp sokaklarda ...