7 Ocak 2018 Pazar

UZUN SAP

Sol ayağıma de ki Delile…
I.                     PERDELİ
sen bana dokunduğunda Venedik’te bir çan zincirlerinden boşalıp sokaklarda
bilekleri çalınmış bir rakkase dirseğe ve şaraba doymuş o masalarda
aldığının son nefes olduğunu bilen derviş sarılıp o nefese yataklarda
dövüle dövüle aklolmuş demir daldırıldığı o buz gibi sularda
ah demeliydi
en el aşk!
sen bana dokunduğunda imrozda bir kaldırım taşı çalmalıydı kapımı
mayalanmış notalardan şaraplar satmalıydı mendilciler cami kapılarında
sen bana dokunduğunda pencere pervazlarına değen tüm ağaç dalları gibi sarsılmalıydı dünya
gözünden kirpiğime değen ışık ile sallamalıydı kazmaları madenciler
göğüs kafeslerimiz birleştiğinde dünyanın bütün zindanlarında isyan
ben seni öptüğümde oruçlar tok, tüm açlar hepten İsa
sen beni öptüğünde tüm isyanlar dokuz sekiz
sen içimde sanki lâdik semahı
ben dışında portakal kokusu
içim dışım hep ellerin
için dışın kan beyaz
için
için
için
hep durdum senin için

II.                   PERDE

şimdide kesilecek bir bilek dileniyorum
bütün damarlarım sende
ağrıyacak bir baş şiirle tütsülü
aş ile  sırtlanıp çalınacak kapılar gündüzlerden uykular
kirli halıda uyutulmuş ağrılar dileniyorum biraz aydınlık bir yer gözü boyalı tırnaklar
kes ellerimi kes ki kanım dayansın kes de şarap yaransın
öldür beni razıyım çünkü öptüm seni öptüm bir sende öpmeler sen de öp beni
ah öptüm seni ah öptün beni
kapkara öpüşmeler
ah!
minel aşk?
ben seni öptüm
 sahi sen niye öptün?
daha taşlanacak aynalar haklanacak kavgalar düşkünce yollar daha oturulacak kapılar
sokaklarda yosmalar ki ellerinden tutasın baştan ayağa yaralar daha mayalanmış notalar
otuzlarda pastalar can dili sarılmalar kazanlarda helvalar
hadi ben kap kara öptüm seni
sen başı bozuk öykülerin yolcusu
ben ki omzunda dünya üreten aklına beştaş dünyaya kedi getiren
sen bir ömür sahi yolcusu
sahi
sah
ah!


III.                 PERDESİZ
şimdi çıbanların orta yerinden kaçma telaşındayım
başkalarının aşlarında başlayan hayatlardan başkalarının aşklarından o çiğ düşmüş arzulardan
şimdi hem sana  biçtiğim kara bana biçtiğin ala kaftanı yakma telaşındayım
hem parmak izlerini yakma otobüsleri izmaritleri avuçlarımdaki terleri bir garip ferideyi
şimdi bir şiiri örmek şiiri kurutmak şiiri pişirmek
bir şiiri giyinmek telaşındayım
kalu bela!
gidiştik yastıklarda izine baktım, sokaklarda sırtına, aklımda mırıltına,
gidiştik masalarda kül ıslak camlarda hicran tasalarda bir fincan
hep adıma baktım ağzındaki adıma sözlükteki adıma içindeki ağrıma
ah!
şimdi artık gel
belki taşlar buna hazır pervazdaki ağaçlar madenlerde işçiler
açlar buna muhtaç rakkaseler asiler
karanlık olmadan dilim küfre dolanmadan küller buz olmadan güneş kurumadan ağlamadan
gel ki geceye uykuyla değil yumruk  ile karşı duralım
sen buradayken kopsun tufan topuk sesimde yer eğrilsin ağrı yine bir dağ olsun yüreklerimizde
gel yakılan tüm kitaplar ezberimizde evler çocuklar şehirler katırlar ellerimizde
gecenin dürüstlüğü ellerimizde
ellerimiz ceplerimizde ellerimiz ellerimizde
sen ki çığlığından taş pişirdiğim
ben ki hüznümden hüzzam devşirdiğin
cennet diyende
gel post serelim bu cinnet dairesine


22 Ağustos 2017 Salı

penç-ere ve dahi...

Bildim; titrek, telaşlı, hırçın, esmer kokusunu teninin... ©

Yazmak hele günlük yazmak öteden beri anlamsız bir iş idi onun için. İnsan kaybolabilmeliydi. Anlamadığı, son bir haftadır neden mütemadiyen eline geçen her kâğıt parçasına notlar düştüğüydü. Stoacı felsefe ‘öznenin en verimli eylemi günlük tutmaktır’ diyordu, anımsadı, güldü ‘e günah çıkartmak da bunun üzerine kurulu bir sistematik değil mi?’ ‘karar mekanizmasını ve düşünce kalitesini yükseltmek isterken karar vermemeye kadir olmak’ dedi şahitsiz. ‘Vicdanı özgürleştirmek isterken aklı mahkûm eden bir gidişat’ diye örttü üstünü düşüncelerinin. Kendini kendine gösteren, yaşamı samimileştiren şu basit günlük aslında yok olamamanın, hesabı tanrıya kesmenin ve var olamamanın da yolu oluvermişti... Güldü şahitsiz... Oysa onun da tek bir niyeti vardı elini kaleme şekillendirmesinde; hesap kesmek, hesabını kesmek tüm ötekilerin.

O, diye zamirleşen her şeyin içinde suda kalmış son yağ zerresi gibi onu düşündü, bugün bilmem kaçıncı kez; bir akşam önce attığı mesajlara anlam verememiş olduğunu sezinliyor, aslında kendisi de neden o mesajları yolladığına bir cevap veremiyordu. Neden o şiirler? Zordu buna bir cevap bulmak, zordu soruya cevap vermek soru kendinden geldiğinde. Bütün gününü aklında kalan fotoğrafları artarda dizerek ve kendi sorularına en doğru kendi cevaplarını vermeye çalışarak geçirmiş, yorulmuştu. Kalabalıklardaydı aklı... En doğru kareyi seçiyor onda en ‘şık’ duran nedeni üzerine koyuyor, sonra masadaki turunculu kadınla konuşurken bir diğerini daha ‘samimi’ buluyor, hesabı öderken bir diğerini daha ‘can acıtıcı ve ‘şiddetli’ ya da sokaktaki kavgaya şahit olurken bir diğerinin daha ‘sorun çözücü’ ve insani olduğuna karar veriyor ama ne akışı ne düşünmeyi nihayetlendirecek hiçbir cevap bulamıyordu.

Eve geldiğinde yine dünyayı düşündü, yüz ölçümünü... 20 m2’lik bir evde yaşıyor ama yine de derli toplu olamıyordu ve her eve girişinde aynı düşe düştüğünü düşündü. Düş neydi? Unuttu. İki tencere, 10 bardak, 1 tabak kirliydi. Bu sahnede yine ve hep üzülecek bir şeyler bulurdu. Bir önceki geceyi durmaksızın bir şeyler içerek geçirdiği vurdu yüzüne, yine... 2 kahve, 4 çay, 1 süt, 2 bira bardağı. Bir de kahve içmeye uğrayan arkadaşın hatırası...

‘Neden? Neden o şiirler? Neden alakasız esmer çocuk? Neden kendinden bende böyle bahsediyor? Neden çocuk? Neden alakasız? Benden bu denli uzaklaşarak kendini sıfatlandıran bir adamı bu denli hayatımın içinde hissediyor olmak neden? Bunun içimi acıtan bir tanım olması neden? Neden telefona uzandım? Neden merak ediyorum? Neden ondan eminmişim gibi bir duygu var içimde? Neden eminim? Kimden? Ne emanet ettim? Neden?

Tüm bu soruların cevabını tencereden alamadı, bardaklar farkındalıklarından küstah duymazlıktan geliyorlardı. Tabak? Islaktı zemin, kokmuştu üstündekiler, hatta o da ne üstünde bardak mı vardı? Kahve fincanına iliştirdiği parmağı ve arkasına dönüşündeki yavaşlık ile küskünlüğünün altını çizdi, çıktı. Kendi oflayışı bir, bir de tabağın kıpırtısı...

Onun kafasından da sorular geçtiğine emindi. Onun da kafasında bu soruların olduğuna emindi. Onun da kendisini düşündüğüne emindi. ‘Tam da şu an’ dedi içindeki öteki ‘o da seni düşünüyor.’’ Bu nasıl bir küstahlık’ dedi içindeki ‘bu sana çok büyük haz veriyor.’ Küstahlık değilse neydi; bu denli uzak olduğu, uzak tuttuğu ve defalarca kırıp, parçalayıp, kanatıp, bırakıp kaçtığı bu adamın onu düşündüğünü bilmek ve bundan mutlu olmak? Nedendi tüm bunlar?

Samani tam sayfa ‘neden?’ yazdıktan sonra durdu, duruşuyla çizdi gözlerinin rotasını, parmağındaki yüzük demir attı gözünün dalgalarından içeri. Gülümsedi. Bu anıya takıldı damarlarındaki kanın akışı geldi yüreğine hız veriverdi. İninde masalların yürüdüğünü ve göğün dilek çaputları ile sarılmış gölgeler ağı olduğunu anımsasaydı... An’da yine yeni bir şeyler olduğu düştü anına. Adla değil anlamla ‘dilek’ yazıyordu yüzüğün içinde adı da değildi ya işte... İçi doldu... bir Dilek kaybetmiş o bulmuş ve bir dilek dilemişti. Gülümsedi, gülümseyişi de tesadüf değildi işte her şey gibi... Dudağındaki kıvrımdan, kahvesinden, sigarasından, hayattan bir de; payını çekti içine. Yazmaya karar verdi.



‘’Özne, ifşa sürecinin operasyon alanı değil, hareket tarzı kurallarının bir araya geldiği noktadır.’¨

İki gün önce okumuştu bunu. Okumuş ezberine koymuştu. Kendi zindanından kaçar gibi açılmıştı gözleri. Kendi tarihinden bakar gibi, sırtından kendini indirivermişti kendi elleriyle. Koca bir çemberde spirali görüvermişti. Zıplayarak da çıkılırdı çemberden. Zıplamak? 37 numara ayakları olduğunu düşündü. Eliyle yemek yemeyi özlediğini sonra. Elleri beyaz, elleri elsiz. Vuslatı ölüm sayan bedeviden bir farkı yoktu Freud’un, farkı yoktu kapısından çöl süpüren Nilgün Marmara’nın Leyla’dan, kendisinin bir farkı yoktu Pia’dan, maşuk olmamayı seçmişti, o kadar. Özne ile iktidarı ayıran, ötekisizlikti. Farkı yoktu düşüncenin kolluktan.

Bir nefeslik düşündü nefes almadan. Git gide karmaşıklaşan bir savaş vardı ama bu savaşın neresinde olduğunu unuttu. Çağırsaydı tüm çağrışanlarıyla çağrıyı. Yol, bilme, özne. Özne? Özne: bulmaya çalışan, Yanılan; bulduğunu sanan, yanılan; bulan, yanılan; tüm bunları yaşayan, algılayan, ha cesaret ‘yeniden’ diyen, ‘başka’ diyen, ‘tekrar’ diyen, dediklerini, diyebildiklerini, demediklerini anlayan ve anlarken yanılandı. Özne? İnsandı. Ama tüm bunları bu sarı saçlı, hor bakışlı, ayağı patikli, penceresi yağmurlu, tırnakları yorgun kadına birinin anlatması gerekirdi zira tarihini, gidilmemiş dağlardan çalıntı sis bulutları gibi gözlerine takıyor, hiç ağlamıyordu. Deftere baktı. Sis bulutunu düşürmemek için kâğıda yumdu gözünü. Yaşamaya alışmak mıydı bulutla yoksa sissizlikten korkmak mı?...

Ona gönderdiği şiirleri düşündü, bir önceki geceyi, başucunda bekleşen kitapları, söyleşen şairleri sonra. Onları ihmal ettiğini... Eksik olduğu aşikâr tenini düşündü, göğsündeki yalnızlık emaresini, parmağı titredi birden, birden yağmurlu bir şubat oldu sokak. Terliği sıyrılıverdi ayağından, düştü. Ürperdi.



“Sen sık sık gülen, gülerken de sevecen bir Akdeniz çizgisini sol yanağına ağzının, iliştiren çocuk. Özenle. Yabana mı atıyorum yani 06.30’ları? Kitapları? Değil, değil bunların biri. Gözlerimin gemileri kuş istiyor. …. Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası. Ve biliyorsun, kişi tutkularıyla yalnızlığını adlandırıyor o kadar.”ª


Neden istemişti ki bu dizelerle o da savaşsın? Yoksa kelimelerin altında mı kalınsın, kelimelere mi sarılınsındı? ‘Ne çok yorgun gördü beni’ dedi içindeki, ‘belki de hep!’ herkesin var mıydı yanında yorgunluğunu yaşayabildiği ötekisi? Yoksa, yorgunluğuna hep ‘alakasız’ mı kalmıştı adam, o dinlenirken? Ya kendisine? Milyonlarca filmden 3-5 kare takılmıştı aklını seyrine. ‘Adam kadını sevmiş miydi?’ ‘ben beni sevmiş miydim?’ dedi. Boşlukta oynaşan dumanı şahit tuttu sesine. Bir anda dağıldı duman, çarptı kırıldı ses, boşluk baki...

Ve sabah, bu sabah işte. Korkunç bir ağrıya açılmıştı gözleri, pişman. Bir ömür uyumak kaplıyordu içini böylesi sabahlarda. Yorganın başına dokunduğu yer taşlaşıyordu. Taşlaşıyordu ten, demlik, peynir. İçmemeliydi.

Mesajları attıktan sonra telefon çalmış, zaten harfin bile inkılâbıyla şuuru zayıflamış toprağın derdine; sağdan sola, soldan sağa eğrilen, eğrildikçe bedenini ‘ışık mı, karanlık mı kendinden doğar ey sınır’ kokularıyla donatan harflere öykünmüşken yakalanmışlığıyla telefona sarılmıştı. Ne de olsa hedefi şaşmış gözleri, kaçışın bahanesini buluvermişti. Adalardan bir adanın kokusuydu Melikenin sesindeki, sırtına sarmış, çıkıp gelmişti.

-‘seni göresim geldi!’

Asla yenilmemiş, kahkahalarla dünyayı döndüren kadınlara öykünen sevgi dolu sesine tutundu. Mülk, melik, malik, melaike... Yakaladı kendini. İyi değildi. Bir canlı görmek, hoş nahoş bir iki sohbet etmek, en çok da mesajlardan sonra içinde git gide genişleyen zamanı hızla tüketmek için attı kendini sokağa. Bu şehir hep bahar kokuyor diye düşündü, bir de gecenin o saatini hiç ayık görmediğini. Korktu, ayıklık ve cesaret ile söyleşti kaldırım taşlarının serkeş selamında. Bitirim olmadığını anladı otobüs durağının nazik bakışlarında ve kadın olduğunu bağırdı; limanla kesişmeyen, ışıklı caddelere ilişmeyen, şehirle işveleşmeyen o dimağsız sokak. Korktu, korktu ve mutlu oldu korkusuna sarılarak.


“Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak, tek yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım. Kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar, kalmışsa birkaç ısrar ölümle yarışacak, onların yardımıyla dünyamıza açıldım. Sen ol küçük bir kıvılcımdan, bir heceden aşk için vaha değil aşka otağ yaratan. Sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları bir harfin başlattığı yangın ile söndür. Beni bir ses sahibi kıl. Kefarete hazırım. Öyle mahzun ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın..”§

Kalemi pür cesaret kâğıda daldırdı. ‘Akış’ dedi içindeki ‘gidişin aynasıdır’. Yazdı...

Feribottan indiğimde ilk gözümün değdiği yer dudaklarının kıyısında demlenen serseri çizgiydi. Muzip, alaycı, şaşkın, meraklı, uslanmaz... Elimin yüzüne uzanışı da bundandı belki. Kendi payıma düşeni isteyişim gibi. Dokunsam hep gülümseyecekmişim gibi. Yerini bilsem, her gözümü çevirişimde içimde hiçbir şey korkmayacakmış, kopup ayrılmayacakmış gibi. Hani bir öpüversem, tenimde esmer bir kavşak çoğul ve sükun dönecekmiş gibi, uzandı, dokundu, bildi, elim. Ama o el bu eldi işte, benim elim ki küskün, yalnız, gürültülü, kan içinde. Çizdi elim yüzünü, mavi, şeffaf. Yüzündeki kıvrım kurudu birden, birden kıvrımlarının beslediği vaha sarardı. Ölgün ve zaferkeş bir bileğin taşıdığı, toprağına nefret zehrolmuş o el, o beden, o yatakta, halen nefes alıyor olmanın huzursuzluğuyla kıvrandı. Acıttı, meşk adına ne yapmışsa insanlık. Kindeş buldu kahkahalarımı asfalt, tuttu yamadı sarhoşluğumu sokağa. Küfrü dost bildi dilim, gönlüm an’ı ibadet, su sürmedim yüzüme, arınmayı ihanet. O el sevişmek bildi, aşka ihanet. Sevmedi. Seviyorum demedi. Bildi ki, tek tefekkürü nefret. O el o yüze ulaştığında, kırılıp dökülen, döküldükçe dağılışı ruhu yırtan, delen kesen bir ayna oldu tarihim. O ayna bir daha hiç birleşmedi zihninde hayatın, dokunulan, yan yana tutulan her parça gözümden zihnime uzanan çizgi oldu, geldi yerleşti tüm renkleriyle gözlerimin altına. Büyüdüm. O el o yüze ulaştığında, anlam ağladı. Üstünden uzanıp geldiğim yoldu anlam, dokunduğum deniz, sevdiğim adamlardı anlam, babamın öfkesi, duvarda kırdığım şişelerdi, klozetteki aksim, kaybolduğum şehirlerdi biraz, yıkıntıların altında kalan kelebekler, karların erimesi, rakamların zarureti... Ağladı anlam. Su aktı. Ağlamadım. Anlamlandım. O el o yüze değdiğinde, için güldü. Bir iç çekti anlam, içi sızladı. Yüzünü döndü senden ve benden. Burnun sızladı. Gülümsedin, kim bilir neye inat. Anladım, büyüdün. Up uzun bir yol buldu avuç içinde varolmayı bekleyen kavşak. Elimi eline sığdırdın. Çarpıştık.

İlk defa bu denli netti o gecenin sureti. Kâğıda baktı, iki kelime nasiplenmişti samani kâğıt bunca geçmişten. ‘feribottan indiğimde...’ ama eli sızlamıştı yazılabilirlerin cenderesinde. Kalem tedirgin kâğıda bakıyordu, ikisi de koklamıştı o kurşuni gecenin İstanbul’a hâsıl kokusunu. İkisi de şahit bilinmek istemiyordu. Özlemek istediğini düşündü, bilmediği rengini masanın, o barı, o geceyi. Eline baktı, gözüne baktı, kuruydu her şey hala. Kaçarcasına bu sabaha gitti düşünceleri. Başının ağrımasından nefret ettiğini düşündü. Neden o kadar birayı? Vücudunun rahatladığını düşündüğü içindi eskiden, en azından en iyi yalanı buydu. Ama yanılıyordu işte, hem de bile bile. Sarhoşluğun yükünü, sarhoşluğu körükleyen ve sarhoşluğun körüklediği hiçbir şeyin yükünü taşımak istemediği geçti aklından. Geçiştirdi.

‘feribottan indiğimde...’ Onun, kendisi için bu denli önemli olduğunu hiç bilmemişti, ilk kez mi itiraf ediyordu? O anı bu denli iyi hatırlıyor olması? Kaşını kaldırdı bilir bilmez, oda pür şahit, o fark etmeden. Hayatına ayıyordu. Dört yıl önceydi. O zamandan bu zamana hiç düşünmemiş olması... Ya da ne bilsindi işte, oluvermişti... Acaba o, bütün bunları bilseydi ne düşünürdü? Alakasız mı kalırdı her şeye, yoksa esmer mi? Çocuk kalsındı! Evet, evet öyle kalsındı... ‘zaten sevdiği şey sende’, dedi içindeki, ‘içinde akan ağılı nehir.’ Ama bilmiyor ki, o nehir aşk için ne vaha ne otağ yaratan. Kulağına süzülen melodiye aktı, zihni sustu bir an. Bir nefes sigaradan bir nefes yağmurdan çaldı. Eli telefona gidip gidip geliyordu. En sonunda aradı. 00.17 uyuyor olmalıydı. İzmir’de de gece somurtkan mıydı? Onlarca erkeğin arasında, onu, en oraya ait olmamışlığıyla bulmaya çalıştı. Onca ayrık onca insanlığıyla nasıl tutardı eli silahı, o el sevgiye açılırken her yağmurdan sebeplenip? Nasıl öğrenirdi öldürmeyi bunca yaşarken, yaşatırken? Savaş? Şiddet? Vazgeçmeyi istedi düşünmekten, hayattan vazgeçer gibi sert, net... Onu düşünmekten hepten vazgeçmek istedi. Mutfaktaki çikolataları düşündü, okumaya başladığı kitabı, yatak örtüsünün kadife soğukluğunu sevdiğini düşündü, gramer sınavını, barda tanıştığı Budist çifti, otobüste kucağına aldığı bebeğin kekre kokusunu, sevgiyi düşündü, güçlü güçlü, sonra yine onu düşündü, kahkahasını... Güldü. Bir fincan kahve şahitlik etseydi ya buna diye düşündü. Sütlü...

Mektuba başlamış mıydı? Mektuba nasıl başlanırdı? Kâğıda ve kaleme korkak bir bakış attı, kirpiklerini şahit tuttu soruya. En son görüşmeleri düştü aklına. Görüşememeleri, bir yan yanalığın bu denli işteş olmayışı... Gülümseyememeleri, bakışamamaları, sevişememeleri, susuş muşlardı ama... Ellerin titreyişi, birbirine ısrarla karışmayan ter kokuları… O utangaç, kıskanç, öfkeli bakışlarını düşündü. İncitmek istedikçe esmerleşen teniyle, şefkat beyazı gözleri arasında yitip kaybolan dudaklarını. Ne denli korktuğunu hatırladı. Kendi kendine savaş açan bir adamın rengiyle yüzleşmek. ‘biz seninle asla yan yana gelemeyiz!’ sözcüklerini yan yana getiren, eğilen, bükülen şekillenen yüzündeki arzuyu. Hiçbir şey hissetmeyişini, hayatın herhangi anında çekilmiş fotoğraf gibi sararmış öfkelerini düşündü. Adamın usunda itelediği, kızdığı, parçaladığı varlığını düşündü; yüreğinde yer eden ruhunu sonra. Hayatı düşündü tesadüflere yer vermeden. Burun buruna geldiği şiirleri. Üzeri kireçle örtülmüş mozaikleri, toprağa gömülmüş kitapları, balçıkla sıvanmış her şeyi düşündü bir bir, balçığı düşündü. Terledi.

Bir günah olduğunu onun için, bile bile işlenen, haz veren, acı çektiren, günah bir günah. E eğer öyleyse neden yazacaktı ki ona tüm bunları çiğneyerek. Evet, bir özür vardı dilenmesi gereken, ama özrü yaratan hayattı. İyi olsun isteği vardı içinde, temenni; şahitsiz, iyi olmasının koşulu uzak olmalarıydı. O halde neden yazacaktı? Tüm bunları düşünen, düşünene, düşünerek ne yaşayabilirdi? Neden?


Merhaba!
Ben hiç yalnız hissetmedim kendimi, yalnızlığına beni katan bir sen vardın. Sen de kendini yalnız hissetme olur mu?


Evet, bunu istiyordu. Ama söylemekten vazgeçti telaşla, yırttı kağıdı. Ah bi sesini duyabilseydi, her şey kendiliğinden çözülecekti. Soğuk, mesafeli birkaç cümle duyup, onu her daim güldüren birkaç sarsaklık yapıp kahkahasında gölgelendikten sonra yazmaktan vazgeçebilirdi ama telefonu açamıyordu işte, yazmayı düşünmeye devam ediyordu çıkarsız, yağmur damlaları üzerini örtüyordu hece hece. Naçar, yağmur yağıyordu ve o şubat gelip duruyordu önünde, sonra mart. Köşedeki kombinin oduna öykünür sesleri; mutfaktan süzülen arsız soğuk; dolapta boynu bükük, neşesi ekşimiş mezelerin hayal kırıklıkları; kapı ağzında her an bilmediği gidilebilirliklerin cesaretiyle burnu havada, etrafı süzen bavulun tehditkâr kıpırdanışı; Ahmet Kaya’nın kaya gibi, vazgeçilmez öfkesi sonra, toprak toprak, dünyayı evirecek; hayatta soru işareti bırakmayacak gibi bilgin şarap şişelerinin gülümser sabah söyleşmeleri, şairlerin akşamdan kalma demir tozu heceleri; uykular... Bir nefes hayattan, bir akis aynadan, bir iç çekiş sigaradan çaldı. Dudağından bir öpüş çalındı. Kulağına ritmi aksak melodiler taktı. Gözünü kâğıda iliştirdi, boştu kâğıt. Elini uzattı sonra, en korktuğuydu eli, unuttu nedenini, özne eliydi, döndü kavşaktan, uzandı yola.

Yolun kendisidir serüven.
Ulaşmak? Sözü bitirir, an’ı genişletir. Edilecek küfrü olanlar yersizdir.
Aşk’la vurulur demire aşk için değil. Sevişen? Çekiçle ateştir. Demir şekle gelir, bir de vuran. Haz ateşin, öfke çekicin, acı demirin, azim demircinin hamurundandır. Dinleyen ruhuna paye iliştirir, yolcudan. Kalan; bakışını asar, arka tekerleğe güç veren. Giden; bir ışığında göz bebeğinin, büyür. Keskin ve kabullenir çizgiler ikram eder muavin; keşkeler ile buharlaşmış cama kalın harfler yazan yolculara. İşte bu kadar zordu sana ve benden gitmek...


Dizlerini çekti karnına. Biri sarılsa şimdi, ağlayıverecekti kelimeler arasında kalan boşluğa. Ama kimse ve hiçbir cümle ona sarılmadı, ağlamadı. Yağmur kokusu iliştirdi bilir bilmez harflerin keskin uçlarına. Islandı kâğıt, yırtıldı olduğu yerden olmak istediği yere doğru. Zaman iki geçti, an paslanıverdi şimdiyle sonra arasına. Rakamları düşündü. Saat şimdi 01.25 tarih? 12.01.2007. Onu tanıyalı 4 yıl oldu. Tanımayalı çok, tanıdık bir şey görmeyeli ne kadar oldu? Tanışmayı öğreneli? Tanınmayalı?

Bir sigara daha yandı zamana. Yanıp kül olan zamana efkâr tütsüledi parmakları. Kahve bitmiş, müzik susmuş, gecenin perdeden süzülen karanlığına yağmuru peşkeş çekmiş, düşünüyordu. Sutyeninin olmadığını... evet, sutyeninin olmadığını, onu kadınlığı bir ayıpmış gibi örtüştürmeye çalışmadığını, tenini, göğsünü ve üşümüşlüğünü düşünüyordu. Kollarının çıplaklığını, bacaklarındaki ağrıyı, oturdukları barda –ki Han idi adı ve yaklaşık yüz yıldır Handı. Ne zaman kapısından içeri girse bahçesinde at kişnemeleri, nal sesleri duyardı telaş telaş, ıslak tütün, paslı yatak ve beyaz kadın kokardı bahçedeki çiçekler- dizine sürtünen adamın etinde bıraktığı sırıtışı sonra. Sutyenini takmayı unutuşundaki kaygısızlığı, kendini salıverişini yalnızlığa. Hepsine birden gülümsedi, gülümseyişiyle aydınlanan omzuna şahit oldu. Keyifliydi kadın olmak, kendine gülümsedi. Unuttu kalemi, unuttu samani boşluğu ile genişleyen; genişledikçe istekli, doyumsuz, apaçık, üretken ve dahi kendiyle bir tuttuğu kâğıda tohum dökesi erkekliğini.

Pervaz, dirseğine ilişti. Yol görünmeyen, selamsız gecelerin edilgen yağmurlara suç işlettiği –suç da neydi? – kahvenin sükûn, patiğin vefa, kimse(-siz)liğin üzüm damıttığı, o biçimsiz, o gölgesiz, o üryan karanlığa baktı. Yine aymadı içindeki susuzluk. ‘yazamadım işte, hem sevmiyor ki zaten beni?’ dedi içindeki, saçlarını şahit tuttu ‘zaten’e, ha bir de üç noktayı kaleme. Sestos’da tuzlu, ışıksız, esmer bir ter vurdu kıyıya. Kadın uyudu, sarı. Su susmadı. Kâğıt yanmadı. Yağmur durmadı. Yıkanmadı kadın.

Adam? Korktu adam; sigaradan bir nefes, hayattan bir de...










19 Temmuz 2016 Salı

DİLİMİN UCU



                Bu şiiri sana bu dilin gölgesinden yazıyorum
Atladım demin  biraz koştum  dolandım
El pişirdim din devşirdim dayandım
Bıçak döşek korkulardan uyandım
Efil efil dağlar dağlar uzandım

                Sana bu şiiri bir dilin gövdesinden yazıyorum
Sesinde uzakların ayak izlerinden
 Üleşilmiş bir yatağın sınır kapısı gözlerinden
Tanklı taklı sarı medet yüzlerinden
Ağır ağır müptelaca karardım


                gövdemin gölgeli dilinden yazıyorum
                                               şiar
Bilge coğrafyanın zulmünden bolaldım
Kadın kadın metrelerce yol aldım
Kim susar ki gece ağır daraldım
Zaman suskun eleklerde kanardım
Boynun dedim aktım durdum suslandım
                                              
Tuttum dili benlerimle kuşandım


9 Eylül 2014 Salı

havva kelamı

kalemsizim sevgili

aklıma gırtlağın geliyor ilk


sonra elma ya da al bir ma

bir ağacın gölgesinde bitiveriyor tanrı


karnıma yaslanan ağırlığına sığınıyorum



kitapsızım sevgili


çok suskun da kapılar bazen sesin çalıyor


tütün bastım dilime sevinince kanıyor


kedim yok benim evde tanrı biraz korkuyor


yüklemlerim ocakta pişmiyor ağlıyorum




köleler hep siyahtı şimdi ağaç sevgili


mevaraün mememse dokununca yanıyor


tanrı hep meyve diye beni sana soruyor


dişlerim kemiğinde bak hayat yazıyorum

24 Şubat 2014 Pazartesi

DELİ İZ


                                                              velev ki ağlamak var



uğultulu bir kekemeye  secd kelimeler rüyasındayım
çok şey unuttum içimde baharan o çukur ova boyunca
dağa taşa terimden bir adım önce düşmeyi
kara bir bayrak kadar dumansız tutuşmayı
dizi dizi saksılara öfke ekip lim biçmeyi
göğsüme turunç derken
dudağını öpmeyi


uğultulu bir kekemeye tavaf  harfler meyhanesindeyim
çok şey unuttum kayık yollar boyunca
buğulu camları silerken üşüyen ellerime soy bulmayı
eskici mandallarına burun olmayı
girmeden evvel evlere anahtar soluğundan isim okumayı
sol omzuma selam vermeyi
vişneden tütün ummayı


uğultulu bir kekemeye aşk linç edilmiş heceler kürsüsünde
çok kan yuttum gidemeyenlerin küllerinde
kaç haziran daha ahla koşacak atlar
ağız dolusu aklı geviş getirirken tarih
kaç ateşe daha düşecek sokaklar külden tırnaklar

elinin değdiği taşlardan
taşın değdiği sabahlardan dil devşirmeyi
notanın gümüş mermisiyle mektup söndürmeyi
kurumuş soluğuna çaputlar bağlamadan
kanınla paslanmış çakılara şiirler okumayı
çok şey unuttum geçen üç yıl boyunca
dudağında köklenen turunç ağacını
aklımda şerbetlenen vişnenin dumanını
boynunda
orucumu bozmayı















11 Haziran 2012 Pazartesi

Aslı Bir An’ın



                                                                               tekinsiz bir hıçkırığa lakin Serhat’a…


 tırnağına öykünüp en tekinsiz yerlerimi yalıyorum
                                zaman beni ben yapabilir
ıslaklığa sarınıyorum güvenli, dil buna değiyor
                                               beni zaman ben yapabilir
en çok diyorum iki kadın kıskandım
                                                               ben zamanla bunu yapabilirim aslında


o sabaha kat’a uyanmıyorum zoraki,
dantellerden ve altın varaklı vazolardan  nefret etmiyorum hiç
 sin tozlarını sulamıyorum etten ne ala
                                                zaman bir  zorlayabilir


ecele naçar korkular büyüyor
                zaman hep ölebilir
çoklukta öpülmüş bir elin eşiğine takılıveriyor sevişme
                                ölünebilir bir zamanda doğulabilir
şu fotoğraf delildir delirmeye
                                               zamanla boyanabilir


sana bu şiiri hiç yazmıyorum oysaki
rakılardan, vapurlardan  habersizim ne ala
ne yere ne göğe ve leğenlere sığdırmıyorum bedenleri
                               gördüğün her şeye tapılabilir


sanırım seni seveceğim
                doğarken korkulabilir
korkarım parmaklarımı yalayacağım anların var
                korkarken kananabilir
damağımdaki şarabın tüyleri sığınak yeniden görmeye
                zaman korkuyla onanabilir


“ah an!” diye bağırabilir bir kadın
kediler ve  berduşlar idam edilebilir
“ayalarını öptüğüm!”
bir ölüm zamanı doğurabilir


                                                                                 10.01.2012    
               

YASAKMEYVE DERGİSİ 2012 HAZİRAN 

29 Mayıs 2012 Salı

KOKTU ZAMAN…


                                   KOKTU ZAMAN…


Kadının elleriydi,
Tüy,
Uzanan,
Hiçbir geceye ulaşamaz başıboşluk,
Baş’ı boş kokan parmaklar…

            Yerde yankılanıyor bakışların. Belki yanlışım, yorgunum, belki gözlerim sarhoş, ellerim çamur… Zerre zerre dökülüyor maskelerim belki, belki yüzüm yok, savaştayım belki, esirim, ikiyüzlüyüm beklide ya da durgun, belki maviyim ya da vitrin, kim bilir? Yanlışım düşüm, etim… Ama gülüşüm. Perdelerim yarı açık, insanlarım dökülüyor üstümden. Bir fotoğrafım beklide? Beyaza biraz siyah bulaşmış
                                               

            Sıcak suyun altında okuyabilmişti yine zihninde yaşanmış bir anın ardından o zamanda söylenmiş olması gerekenleri. Yüzünü esirgedi bir an sudan, kirpiklerinden son cümleleri de sildi, bu gün portakal kokmak istiyordu. Portakal kokan sabuna uzandı, elleriydi.

Taklit insanın doğasında vardır. İnsan ilkini taklit etmiştir. Taklit biçim değiştirerek yaratıcılığı oluşturur. Bir şeyi o şey gibi yapmak ilkel taklit, o şey gibi yaparken, yaşamak, duymak, geliştirilmiş taklittir. Yaratıcılık ise herhangi bir şeyi o şey olarak yeni bir biçime, anlama, anlatışa sokarken kendini denemek, yenilemektir diye geçiyordu bir kitabın bir sayfasında. “Öyleyse anların içini söylenememişliklerle doldurmak yaratıcılıktır.” diyebilseydi bu kadar acı çekmeyecekti su.

“Hayat acıdır, biber kedimin adıdır ise aşk nedir?” dedi. Gülerken ağzına dolan suyu sevmedi. Sabunun suda eriyişini sevdi ama hep. Bir de gözyaşlarının suyla birleşmesini. Akarsular denize doğru yol alır ve tatlı sular tuzlu suda kaybolurdu ya hani, suyun altında ağladığında içindeki denizin taştığını, içindeki denizin tatlı suya doğru tatlı tatlı yol aldığını, aslında suyun suyla ilişkisinin de başkalaştığını hissederdi. Sarındı havluya ar’a sarılır gibi. Ara ara sarındığı bir şeyi özlemiş, çağırmış gibi. Gidilmesi gereken bir an’ı çağırmış gibi.

            Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,
            Baştan beri üçüncüyü aramıştı.
            Ama bu bir şey değildi asıl aradığının yanında;*

Ne zamandı, nasıldı, neresiydi bilinmez, öylesine sarınmıştı ki yorgana, kendisine değen her bir şeyin rengini, kokusunu daha da öncesinde ona sarılmışlıkların güvenini ve dahi her bir doku tarihinin liflerini okuyabiliyordu teninden. Teninden bir de kendisine değdikçe uğursuzlaşan onu okuyabiliyordu. Biraz öfke, biraz korku, biraz zaman, biraz yitik birinin yatakta yağmura tutuluşunu okuyabiliyordu. Bir çay daha, bir çay daha için, dedi içindeki, kaçırılan trenlerin kraliçesisin sen. Fonda yangılı bir şiir, pencerede denizin bucağı, yatakta bir adam. Adam, âdem; boşluk demektir diye duydu içinden, bir yerlerden bilmişti. Guernika tablosundan kareler gelip durdu kirpiklerinin arasına.

            Terden ıslanmış vücudunu okumadı ama. Okuyamadı kasılmalardan bitap düşmüş bacaklarını, kasıklarını. Okuyamadı koltukaltından göğsünün ucuna inci olma umuduyla yol alan ter damlalarını. Okunmaz olmuştu zaten damlaların cefası ter yolları. Göç yolları. Uyku, karalarına su vurmayan, mülteci olunamayan, tek kapılı bir ülkeydi bu gece,  kafa kâğıdında huzur yazmayanın giremediği. Giremiyordu, o gece hiçbir yere göçemiyordu. O ise çoktan sınırı geçmiş, gölgesi ağaçlara emanet, gülümsüyordu.

            Yılları bazen kitaplar taşır dedi, elinde *Enis Batur, ezberinde 57. sayfa. İnce belli cam bardakta şarap sabahı, kendiyle göz göze gelemedi bir kez daha banyodaki boy aynasında. Oysa böğürtlen kokmak istiyordu. Başka bir adı olsun istemişti, başıbozuk seslerin arasında, harflerle renklerin birbirlerini itmedikleri bostanın.

            Yastıkta bıraktığı izlerden topladı saçlarını. Saçlarını bütün izlerden… İz gibi bırakılan gözlerden toplayamadı sesini, sesini alıp kaçamadı, sessizdi, karanlık bir sabahta, sabah da. Merdivenlerden inişinde nihayet, yüzlerce sigaranın içilmişliği, binlerce insanın oturmuşluğu kokan 10 basamağından, o barın, ona ilk değişini anımsadı bakışının. Başı bulanık bir karanlıkta milyonlarca insanmış gibi milyonlarca bakan. Ona ki yıllar sonra, hüznün, gölgesini kapıma bırakıp uykunun ardına gizlenen, uykunun ardından gözleyen… Ev elma kokuyordu, ikiye bölününce nasıl kokarsa…


            Saçlarının kurutma makinesinin sıcağında dağılışını ironik bulurdu hep. Rüzgârımsı. Yüzme havuzu, yapay göl, naylon bebek, yapık, yaratık, yaratmışçılık, sahte. Uygar olmak taklitlerden ibaret dedi aynadaki. Mahsuscuktan derdi halası masal anlatırken çocuk gecelerinde, -mış gibi deniyor şimdi… Sanki…

            Anı, diye yazmıştı bir zaman bir yerlere, yapılanların yaratıcı kurgusudur. Nasıl olmasını, nasıl kalmasını istiyorsan onu zihne öyle yansıtmaktır. Anı, an’ı anda bırakmamanın dilde bıraktığı ferahlıktır. Göze çekilen kalemin rengini önceden görmektir. Denizdeki hangi zerrenin senin olduğunu bilmektir. Anı, anlardan yapılma cam bilyelerle oynanan papatyalı bir oyundur.


            Makyajını bitirdi, gülümsedi o günkü yüzüne. Hazır mıyız? Dedi dışındaki, cevap beklemeden attı kendini kapının dışına. Kapının dışında olmak içini burardı hep ama bilmezdi içinden başka kimseler bunu.

            Drama sözcüğünün kökeni Anadolu kavmi Luwilerin dilinden gelmektedir. Sözcük, Luwi tanrısı Adra/Odra ismiyle ilişkilidir ve tanrıçanın kocasının halkı anlamındadır. Dra=Adra; erkek, koca, eş,  Ma= lılar, Ardalılar, yani tanrının insanları anlamına gelir diye okuyacaktı oturduğu barın masasında bulduğu kitapta, önce müzik sonra karşısına oturan güzel izin verseydi.   

            Ser, hoştu.
            Seri bir hoştu.
            Bir hoştu ser, ondandı kokular.   


CAN SIKINTISI FANZİN

19 Mayıs 2012 Cumartesi

kan-at



döşümde patlayıp dudaklarımda dağılan dalgalar
denizin dibine kararlı törenlerle gömdüğüm nice taş var ise
kaldırıp sürüklüyor gölgem düşmemiş ayaklarına
ayakların dedimse
kurşunu sıyıran hara



 akşamın tırnakları perdeler bir bir kırılıyor camlarda
öpüyor omzumu kızıl ben öpüyorum kızılı kıpkızıl öpüşmeler
tutup güneşi  yuvarlıyorum  buz gibi dizlerine
dizlerin dediimse
kurşunu öpen yara



öldürme beni doğur bak orda sinim taşım
 kasıklarından ağlat yıka düşmeden yürüt kayır
terk ettim fareleri bak batmıyor bu gemi
içimde sular var tuzlu sudan bir balık sular inci aydınlık
elime bak titriyor yemin süslü elime
gözlerin dedimse
tuza bulanmış kurşun



bir adayım bu suda kıyısı parmaklarım
at kolunu tekrar et vursun gövden soluğun
bük boynunu teslim et serin esrik şu kuma
bir tanesidir kurşun gerisi dalda elma
taşsın bu deniz taşsın
uğultusuz  fırtına


















6 Mayıs 2012 Pazar

ÖTEKİNİN İÇİNDE MEŞRU MU DÜNYA?




“Gövden mi var derdin var. Etin markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ'lar eşit olmadıkça, insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır.”
K. İskender      666
Dört saatlik bir yolun ardından ulaşmıştım, İstanbul’du. Tanışmak istediğim insanlar, söyleşmek istediğim mevzular, omuz omuza yürümek istediğim sokaklar vardı. Tanışılacak, konuşulacak, ihtimal ki sevmek işteşleşecek, yan yana, rengârenk alanlar açılacaktı. Yuvarlak bir masaya ilişti dört adam üç kadın... Üç kadın ‘kendiliğinden’ sol yana, dört adam sağ yana, yan yana oturmuş, hararetle konuşmalar iki öbekten yayılıyor, dağılıyordu. Bir an düşündüm, ‘acaba neden homojen oturmuyoruz?’ Diğer iki kadın seçimleri konuşuyordu, biri diğerine ‘evet oy vereceğim, temsiliyete inandığım için değil, Balat’ta, Sultanahmet’te rahat yürüyebilmek istediğim için. Öğrencilerimi geziye götürürken korka korka yürüyorum, onlar da tedirgin oluyorlar...’ dedi. Sözümü yuttum. Bu cümleden neler çıkardı? Yanımda oturanın öğretmen olduğu, kadın olduğu, kadın mağduriyetlerinden artık çok yorulduğu, inanışı ya da inanmayışı yüzünden ötelenmek istemediği, cümlenin yankılandığı bahçenin güzel oluşu, kızıl bir akşamüstüne dağılışı seslerin, ağaca takılışı harflerin... Velhasıl güzeldi kadın. Ateşe çalıyordu saçları. Ama bu cümleden çıkmıyordu kadının işveli, cilveli oluşu. Çıkmıyordu işveli işvesiz her kadının çeşitli sebeplerle yaşadığı o tacizi, kimin hangi sistematikle kimi ötekileştirerek kime uyguladığı sorgusu da. Çıkmıyordu kimin nerede neden rahat yürüyemediği? Ayrımlı, ayrımcı ayrı ayrı temsili iktidarların mekânlarla biçimlenişindeki arazlar. “Doğrudan’a”, “hemen şimdi’ye” inanan bir kadın bu cümleden çıkıp gidiyordu. Gönlünce giyinmiş bir kadının yaşadığı anlık taciz, anlık et olma hali; gönülsüz kapatılmış bir kadının yaşam boyu etten oluşu; gönlüyle kapanmış kadının duruşu, tercihi dokunmuyordu birbirine. Tüm ötekileri çoğul olmanın hazzıyla her yerden, her zamandan, göz önünden, göz göze bir yaşamdan, sokaktan, alanlardan öteleme, istememe, yok etme, isteği çıkıyor muydu? Yo, çıkmasındı, böylesi güzel bir duruştan bölesi bir refleks çıkmasındı, çıkmamalıydı.

 “Küçük prens gitti gülleri görmeye. Onlara:
-siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz dedi. Kimse sizi ehlileştirmedi, siz de kimseyi ehlileştirmediniz. Tilkim gibisiniz. Eskiden o da binlerce tilki arasında bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir.”
 Antoine de Saint- Exupery       Küçük Prens
Kadıköy’dü, sokaktı, iki kadın, iki adam ya da çok kişi, çok insan yürüyorduk... Bendim biri, yüzümdeki hüzünle, yoldan gelmişliğimle, masadan kalma şaşkınlığımla; bende olmadan. Her yolculuktan, aklıma ve yırtık pırtık not defterime bir şeyler takıştırırdım. Bu yolculuktan da; karakaşları yüzünü gölgeleyen bir güzel ve varıştan; kızıla çalar saçlarını nahif toplayan bir kadın takılmıştı.
Dans etme zamanıydı artık, yol bitmiş, buluşmalar, söyleşmeler mutluluğunu ve huzurunu yüreğime takıp gitmişti, silkindim.  İstanbul’un daracık sokaklarını, şenlendire güle yürüyorduk Moda’ya doğru. Ellerimizde poiler·; ateşle, bedenlerimizle ve coşkuyla buluşmaya gidiyorduk ‘başka’ olmanın hazzıyla. Birden bize baktım. Giyinik miydik çıplak mı? Örtünmüş mü açık mı? Samimi miydik küstah mı? Dokunan mıydık dokunulan mı yoksa dokunmaz dokundurmaz bir uzak mı? İçinde miydik yürüdüğümüz yerin? İç içe miydik tüm yürüyenlerle. Değilsek nedendi? Bir ‘ötekini’ bir ‘ötekine’ düşman eden neydi? Bir azı bir aza kırdıran, bir örselenmişi bir gözü mora kışkırtan, bir silahı bir silaha zalim kılan değil miydi bir ölüyü bir ölüyle yan yana yatıran, değil miydi yine de silahı bırakmayan? Değil miydi insan? Ayağımın kaldırıma çarptığı yerde duydum kendimi. Gözlerim doldu. Akmasın diye içimdeki kadınsının ötelenmiş, aciz bulunmuş gözyaşları, derin bir nefes aldım, sokağa baktım. İşte orada birden dondu an; anın donuşunu gören iki kadındık yalnızca, diğerleri boyuna zamanın, yürümeye devam ediyordu.  Anda: yaşlıca, orta halli, oldukça güler yüzlü bir kadın ve bir çocuk –kadının gözündeki ışıktan belli ki torunu- yukarıdan aşağı; oldukça renkli, bakımlı ‘modern’ görünümlü ama yüzü ve ellerinden başka yeri çıplak olmayan ergen bir kadınsa aşağıdan yukarıya, sıcağı hiçe sayarak yürüyorlardı. Torununu eline olanca sıcaklığıyla sığıştırmış, orta yaşlı kadın durdu ve yan yana gelme ve geçme anı içinde – ‘bak eğer okumaz isen sen de böyle örümcek kafalı olursun işte!’ cümlesine sığıştırıverdi, tacizini. Toplumun, tarihin, inancın, kadınlığın, örselenmişliğin aczini. İki kadın, iki şahit, kalakaldık sokağın, Kadıköy’ün, İstanbul’un ötesinde, dışında. Punk görüntümüz ve otoriteye, cinsiyetçiliğe karşı tüm düşlerimiz, düşüncelerimiz, döküldü üstümüzden, saçıldıkça çığlık oldu sokakta... Kimin öteki olduğunu danışacak bir masa, ‘iktidar nedir?’ sorusuna binaen bir kitap, kimin kadın olduğunu beyan edecek bir bilirkişi raporu ya da TBMM TV’nin açık olduğu bir televizyon düşüvereydi başımıza belki daha kolay olurdu an. Ama işte zaman, neylersin, devama muktedir uzandı, gitti.

 “Akıllı bir kişi dedi ki:
‘bir gün yazıda bir karga ile bir leyleğin birlikte uçtuklarını görüp merak ettim ve bu arkadaşlıklarının sırrını aramaya karar verdim.
Yanlarına yaklaşınca her ikisinin de topal olduğunu hayretle gördüm’ dedi.”
          Mehmet Zeren         Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler
Elimde; adımın yanında kaza halinde ödenecek sigorta bedelinin yazılı olduğu bilet, derme çatma bir otogarın, kirli kadife sandalyelerinde, çayımı karıştırırken düştü gözümden ilk damla. Kaza işte! Annemin gözyaşlarıyla benim buz gibiliğimin çarpışmasına, nihayet insancıl bir tepki verebilmiş sessiz, kimsesiz, soğuk ağlıyordum. İçtiğim en iyi çaylar hep böylesi garlarda demlenmişti. İşte, çay bahaneydi, insan en çok buralarda koyulturdu kendiyle muhabbeti.
–Benim babam senin babanın seni sevdiği gibi beni sevseydi...
(ah annem, seni kimler kapattıydı hayatına? Bal rengi saç örgülerin miydi gazetelerde manşetlerden başkasını okuyamamana neden? Yoksa öğretmen kocanın mavi gözlerine tutkusu mu? Ya benden istediğin? Kollarının, çıplak kollarıma öykünüşü? Sevdalarım? Sevdasızlıklar? Acılarına bir benim direnişim? Boyun eğmeyişim? Ah annem bir sen anladın kadınlar neden kazıtır saçlarını. )
Cümle bitmeden ben paslanmıştım, annem ağlamıştı. Otobüsün kornasına çözüldü yumruğum. En ön cam kenarı, ‘umarım yanım da boştur’ geçti içimden. Kimseler bilmesindi rimelimden çizgilerime yol alan sorguyu. Tüm gardlarımı giyinip merdivenlerden çıkarken fark ettim; cam kenarında oturan kadını; 20 yaşlarında; örtüsünün gölgesine, duru beyaz tenini ve tüm öfkesini sığıştırdığı karakaşlarını iliştirmiş, oturuyordu. O da beni gördü; yirmilerinin sonunda, elleri dövmeli, saçları renkli, eteği kısa... Afalladı kadın, refleksle gözü muavini aradı, ‘böyle bir eşleşme olabilir miydi?’ bunun cevabını o yorgun çocuk nereden bilsindi? Vazgeçti kadın bir bardak su istedi. Cam kenarı benimdi, ama şimdi bütün konfor anlamını yitirmişti. Ben belki onu bilirdim ve izin verse belki severdim ama ya o beni? Belki severdi ama bilir miydi? Yıkılmalıydı iki koltuk arasındaki bitimsiz, kemiksiz, kimliksiz duvar... Alelacele gitti elim çantama, rahatsız oldu kadın; çanta turuncu. Bir şey olmalıydı orada ilk yardıma koşacak, sakız, bisküvi, hah evet kolonya... Bir önceki yolculuğumda bindiğim otobüs ‘Bolu Dağı Medine Dinlenme Tesislerinde’ durmuştu. Bedeni güzel olmalı kadınların, günaha girmeyen olmalı adamlar ile karalar içinde yürüdüğü akla karanlık bir tesiste, ötelenerek bir bardak demini almamış çay içip, adı ‘Mest’ olan %80 alkollü, küçük, şehvet pembesi şişede limon kolonyası almıştım. Elime sıktım, bir nefes aldım, döndüm,  an döndü, ‘ister misin?’ dedi içimdeki, samimi; döndü, an döndü, ‘evet, teşekkür ederim’ dedi içindeki, sıcak. Sıktım eline, dokundum, bilir bilmez. Bilir bilmez ağlamaklı, çekti içine. Gülümsedi... Doğruldu yer, olduğumdan olmak istediğime... Uyudu kadın, başı kaydı omzuma,  dağılmadı saçları, saçları mor, saçları ilah, saçları baba, saçları koca ve dahi kendi, rahat huzurlu duvarsız... Uyudum, dağıldı saçlarım sarı; saçlarım babam, saçlarım kadın, saçlarım sevdiğim...




· Bundan bin yıl önce Yeni Zelanda kabilelerinin kutsal savaş dansı olarak ortaya çıkan Poi, günümüzde bir performans sanatı

24 Nisan 2012 Salı

dünyanın bütün yemekleri birleşin!


Selaaamm...

 Vegan bir arkadaşınızın doğum günü pastasını nasıl yaparsınız? Bu türkçe bilmeyen bir Kürt ile nasıl sohbet edersiniz sorusuna benziyor galiba. Yada yönelimi hetereseksüel biri olarak dilde, akılda ve yaşamda onun diktasını yeniden ve yeniden üretmeden var olabilir misiniz? Aslında bu coğrafyada ve her coğrafyada yaşama bir bütün olarak ilikenmek isterseniz bunun “nasıl”ı nedir?
Düşündüm ve ötekileştirilnlerin ötekisi olmak istemediğime karar verdim.
Ve bunları düşünürken yemek yapıyordum.
 İki  farklı (etli - vejeteryan, vegan) versiyonunu yapacağım için ismini dönüştürüp havuç-patates çorbası yaptığım standarta sebzeli tavuk tarifini denedim ve şahane olduğuna karar verdim.
Sebzeli tavuk:
Tavukları bir tencereye alıp 1 litre su ile haşlıyoruz. Başka bir tencerede rendelediğimiz havuç ve patatesi 1 litre su ile haşlıyoruz. Çorbayı koyu sevenler daha az tutabilir. Onların pişmesini beklerken derin bir kapta yumurta sarısı ile limonun suyunu çırpıyoruz. Üzerine unu ekleyip çırpmaya devam ediyoruz. Kaynayan havuş ve patatesli sudan içine yavaş yavaş alarak kesilmesini engelledikten sonra o tencereye ilave ediyoruz. Haşlanan tavukları didip suyu ile birlikte sebzelere ilave ettikten sonra doğranmış maydonoz ve dere otunu tencerenin altını kapattıktan sonra ilave ediyoruz ki yeşillikleri kaybolmasın. En son tere yağında kızarttığımız kırmızı toz biberleri ekliyoruz.
İki adet tavuk budu/Bir adet havuç/Bir adet büyük patates/2 litre su/1 adet yumurta sarısı /1 limon/ 3 yemek kaşığı un/Maydonoz/Dere otu/Kırmızı pul biber/Tere yağı

Havuç patates çorbası:
Sebzeler rendelenir ve1.5 litre su ile tencereye konur. vejeteryan arkadaşlar yumurtalı terbiyeyi de kullanabilirler ama veganlar  soya sütü limon suyu ve unu derin bir kasede çırptıktan sonra içine tencereden sıcak su ilavesi yapıp tüm karışım yavaş yavaş sebzelerle karıştırınız. Koyulaşma sağlandıktan sonra protein de bulunsun isterseniz bir bardak haşlanmış yeşil mercimeği ama altını kapatmaya yakın ekleyiniz.  Dere otu ve maydonozu da yine altını kapadıktan sonra ekleyip zeytin yağında kızaran kırmızı toz biberi üzerine dökünüz efenim…
1 adet havuç/1 adet patates/1.5 litre su/1 bardak soya sütü/1 limon/3 yemek kaşığı un/Bir bardak haşlanmış yeşil mercimek (proteinleri denk olsun)/Zeytin yağı/Maydonoz  /Dereotu/Kırmızı toz biber
Tuzu su ve yağ ile yemeği pişirme esnasında kullanmayın efenim, uzman değilim ama egede öğrendim. Yemek yenir iken kaya tuzunu arzunuza göre serpiniz…


UZUN SAP

Sol ayağıma de ki Delile… I.                      PERDELİ sen bana dokunduğunda Venedik’te bir çan zincirlerinden boşalıp sokaklarda ...