“Gövden mi var derdin var. Etin
markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ'lar eşit olmadıkça,
insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır.”
K. İskender 666
Dört saatlik bir yolun ardından
ulaşmıştım, İstanbul’du. Tanışmak istediğim insanlar, söyleşmek istediğim
mevzular, omuz omuza yürümek istediğim sokaklar vardı. Tanışılacak,
konuşulacak, ihtimal ki sevmek işteşleşecek, yan yana, rengârenk alanlar
açılacaktı. Yuvarlak bir masaya ilişti dört adam üç kadın... Üç kadın
‘kendiliğinden’ sol yana, dört adam sağ yana, yan yana oturmuş, hararetle
konuşmalar iki öbekten yayılıyor, dağılıyordu. Bir an düşündüm, ‘acaba neden
homojen oturmuyoruz?’ Diğer iki kadın seçimleri konuşuyordu, biri diğerine
‘evet oy vereceğim, temsiliyete inandığım için değil, Balat’ta, Sultanahmet’te
rahat yürüyebilmek istediğim için. Öğrencilerimi geziye götürürken korka korka
yürüyorum, onlar da tedirgin oluyorlar...’ dedi. Sözümü yuttum. Bu cümleden
neler çıkardı? Yanımda oturanın öğretmen olduğu, kadın olduğu, kadın
mağduriyetlerinden artık çok yorulduğu, inanışı ya da inanmayışı yüzünden
ötelenmek istemediği, cümlenin yankılandığı bahçenin güzel oluşu, kızıl bir akşamüstüne
dağılışı seslerin, ağaca takılışı harflerin... Velhasıl güzeldi kadın. Ateşe
çalıyordu saçları. Ama bu cümleden çıkmıyordu kadının işveli, cilveli oluşu.
Çıkmıyordu işveli işvesiz her kadının çeşitli sebeplerle yaşadığı o tacizi,
kimin hangi sistematikle kimi ötekileştirerek kime uyguladığı sorgusu da.
Çıkmıyordu kimin nerede neden rahat yürüyemediği? Ayrımlı, ayrımcı ayrı ayrı
temsili iktidarların mekânlarla biçimlenişindeki arazlar. “Doğrudan’a”, “hemen şimdi’ye”
inanan bir kadın bu cümleden çıkıp gidiyordu. Gönlünce giyinmiş bir kadının
yaşadığı anlık taciz, anlık et olma hali; gönülsüz kapatılmış bir kadının yaşam
boyu etten oluşu; gönlüyle kapanmış kadının duruşu, tercihi dokunmuyordu
birbirine. Tüm ötekileri çoğul olmanın hazzıyla her yerden, her zamandan, göz
önünden, göz göze bir yaşamdan, sokaktan, alanlardan öteleme, istememe, yok
etme, isteği çıkıyor muydu? Yo, çıkmasındı, böylesi güzel bir duruştan bölesi
bir refleks çıkmasındı, çıkmamalıydı.
“Küçük prens gitti gülleri görmeye. Onlara:
-siz benim gülüme hiç
benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz dedi. Kimse sizi ehlileştirmedi, siz de kimseyi
ehlileştirmediniz. Tilkim gibisiniz. Eskiden o da binlerce tilki arasında bir
tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir.”
Antoine de Saint- Exupery Küçük Prens
Kadıköy’dü, sokaktı, iki
kadın, iki adam ya da çok kişi, çok insan yürüyorduk... Bendim biri, yüzümdeki
hüzünle, yoldan gelmişliğimle, masadan kalma şaşkınlığımla; bende olmadan. Her
yolculuktan, aklıma ve yırtık pırtık not defterime bir şeyler takıştırırdım. Bu
yolculuktan da; karakaşları yüzünü gölgeleyen bir güzel ve varıştan; kızıla
çalar saçlarını nahif toplayan bir kadın takılmıştı.
Dans etme zamanıydı artık,
yol bitmiş, buluşmalar, söyleşmeler mutluluğunu ve huzurunu yüreğime takıp
gitmişti, silkindim. İstanbul’un daracık
sokaklarını, şenlendire güle yürüyorduk Moda’ya doğru. Ellerimizde poiler·; ateşle, bedenlerimizle ve
coşkuyla buluşmaya gidiyorduk ‘başka’ olmanın hazzıyla. Birden bize baktım.
Giyinik miydik çıplak mı? Örtünmüş mü açık mı? Samimi miydik küstah mı? Dokunan
mıydık dokunulan mı yoksa dokunmaz dokundurmaz bir uzak mı? İçinde miydik
yürüdüğümüz yerin? İç içe miydik tüm yürüyenlerle. Değilsek nedendi? Bir
‘ötekini’ bir ‘ötekine’ düşman eden neydi? Bir azı bir aza kırdıran, bir
örselenmişi bir gözü mora kışkırtan, bir silahı bir silaha zalim kılan değil
miydi bir ölüyü bir ölüyle yan yana yatıran, değil miydi yine de silahı
bırakmayan? Değil miydi insan? Ayağımın kaldırıma çarptığı yerde duydum
kendimi. Gözlerim doldu. Akmasın diye içimdeki kadınsının ötelenmiş, aciz
bulunmuş gözyaşları, derin bir nefes aldım, sokağa baktım. İşte orada birden
dondu an; anın donuşunu gören iki kadındık yalnızca, diğerleri boyuna zamanın,
yürümeye devam ediyordu. Anda: yaşlıca,
orta halli, oldukça güler yüzlü bir kadın ve bir çocuk –kadının gözündeki
ışıktan belli ki torunu- yukarıdan aşağı; oldukça renkli, bakımlı ‘modern’
görünümlü ama yüzü ve ellerinden başka yeri çıplak olmayan ergen bir kadınsa
aşağıdan yukarıya, sıcağı hiçe sayarak yürüyorlardı. Torununu eline olanca sıcaklığıyla
sığıştırmış, orta yaşlı kadın durdu ve yan yana gelme ve geçme anı içinde –
‘bak eğer okumaz isen sen de böyle örümcek kafalı olursun işte!’ cümlesine
sığıştırıverdi, tacizini. Toplumun, tarihin, inancın, kadınlığın,
örselenmişliğin aczini. İki kadın, iki şahit, kalakaldık sokağın, Kadıköy’ün,
İstanbul’un ötesinde, dışında. Punk görüntümüz ve otoriteye, cinsiyetçiliğe
karşı tüm düşlerimiz, düşüncelerimiz, döküldü üstümüzden, saçıldıkça çığlık
oldu sokakta... Kimin öteki olduğunu danışacak bir masa, ‘iktidar nedir?’
sorusuna binaen bir kitap, kimin kadın olduğunu beyan edecek bir bilirkişi
raporu ya da TBMM TV’nin açık olduğu bir televizyon düşüvereydi başımıza belki
daha kolay olurdu an. Ama işte zaman, neylersin, devama muktedir uzandı, gitti.
“Akıllı bir kişi dedi ki:
‘bir
gün yazıda bir karga ile bir leyleğin birlikte uçtuklarını görüp merak ettim ve
bu arkadaşlıklarının sırrını aramaya karar verdim.
Yanlarına
yaklaşınca her ikisinin de topal olduğunu hayretle gördüm’ dedi.”
Mehmet
Zeren Mesnevide
Geçen Bütün Hikâyeler
Elimde; adımın yanında
kaza halinde ödenecek sigorta bedelinin yazılı olduğu bilet, derme çatma bir
otogarın, kirli kadife sandalyelerinde, çayımı karıştırırken düştü gözümden ilk
damla. Kaza işte! Annemin gözyaşlarıyla benim buz gibiliğimin çarpışmasına,
nihayet insancıl bir tepki verebilmiş sessiz, kimsesiz, soğuk ağlıyordum.
İçtiğim en iyi çaylar hep böylesi garlarda demlenmişti. İşte, çay bahaneydi,
insan en çok buralarda koyulturdu kendiyle muhabbeti.
–Benim babam senin
babanın seni sevdiği gibi beni sevseydi...
(ah annem, seni kimler
kapattıydı hayatına? Bal rengi saç örgülerin miydi gazetelerde manşetlerden
başkasını okuyamamana neden? Yoksa öğretmen kocanın mavi gözlerine tutkusu mu?
Ya benden istediğin? Kollarının, çıplak kollarıma öykünüşü? Sevdalarım?
Sevdasızlıklar? Acılarına bir benim direnişim? Boyun eğmeyişim? Ah annem bir
sen anladın kadınlar neden kazıtır saçlarını. )
Cümle bitmeden ben
paslanmıştım, annem ağlamıştı. Otobüsün kornasına çözüldü yumruğum. En ön cam
kenarı, ‘umarım yanım da boştur’ geçti içimden. Kimseler bilmesindi rimelimden
çizgilerime yol alan sorguyu. Tüm gardlarımı giyinip merdivenlerden çıkarken
fark ettim; cam kenarında oturan kadını; 20 yaşlarında; örtüsünün gölgesine,
duru beyaz tenini ve tüm öfkesini sığıştırdığı karakaşlarını iliştirmiş,
oturuyordu. O da beni gördü; yirmilerinin sonunda, elleri dövmeli, saçları
renkli, eteği kısa... Afalladı kadın, refleksle gözü muavini aradı, ‘böyle bir
eşleşme olabilir miydi?’ bunun cevabını o yorgun çocuk nereden bilsindi?
Vazgeçti kadın bir bardak su istedi. Cam kenarı benimdi, ama şimdi bütün konfor
anlamını yitirmişti. Ben belki onu bilirdim ve izin verse belki severdim ama ya
o beni? Belki severdi ama bilir miydi? Yıkılmalıydı iki koltuk arasındaki
bitimsiz, kemiksiz, kimliksiz duvar... Alelacele gitti elim çantama, rahatsız
oldu kadın; çanta turuncu. Bir şey olmalıydı orada ilk yardıma koşacak, sakız,
bisküvi, hah evet kolonya... Bir önceki yolculuğumda bindiğim otobüs ‘Bolu Dağı
Medine Dinlenme Tesislerinde’ durmuştu. Bedeni güzel olmalı kadınların, günaha
girmeyen olmalı adamlar ile karalar içinde yürüdüğü akla karanlık bir tesiste,
ötelenerek bir bardak demini almamış çay içip, adı ‘Mest’ olan %80 alkollü,
küçük, şehvet pembesi şişede limon kolonyası almıştım. Elime sıktım, bir nefes
aldım, döndüm, an döndü, ‘ister misin?’
dedi içimdeki, samimi; döndü, an döndü, ‘evet, teşekkür ederim’ dedi içindeki,
sıcak. Sıktım eline, dokundum, bilir bilmez. Bilir bilmez ağlamaklı, çekti
içine. Gülümsedi... Doğruldu yer, olduğumdan olmak istediğime... Uyudu kadın,
başı kaydı omzuma, dağılmadı saçları,
saçları mor, saçları ilah, saçları baba, saçları koca ve dahi kendi, rahat
huzurlu duvarsız... Uyudum, dağıldı saçlarım sarı; saçlarım babam, saçlarım
kadın, saçlarım sevdiğim...
· Bundan
bin yıl önce Yeni Zelanda kabilelerinin kutsal savaş dansı olarak ortaya çıkan
Poi, günümüzde bir performans sanatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder