KOKTU
ZAMAN…
Kadının elleriydi,
Tüy,
Uzanan,
Hiçbir geceye
ulaşamaz başıboşluk,
Baş’ı boş kokan
parmaklar…
Yerde
yankılanıyor bakışların. Belki yanlışım, yorgunum, belki gözlerim sarhoş,
ellerim çamur… Zerre zerre dökülüyor maskelerim belki, belki yüzüm yok,
savaştayım belki, esirim, ikiyüzlüyüm beklide ya da durgun, belki maviyim ya da
vitrin, kim bilir? Yanlışım düşüm, etim… Ama gülüşüm. Perdelerim yarı açık,
insanlarım dökülüyor üstümden. Bir fotoğrafım beklide? Beyaza biraz siyah
bulaşmış…
Sıcak suyun altında okuyabilmişti
yine zihninde yaşanmış bir anın ardından o zamanda söylenmiş olması gerekenleri.
Yüzünü esirgedi bir an sudan, kirpiklerinden son cümleleri de sildi, bu gün
portakal kokmak istiyordu. Portakal kokan sabuna uzandı, elleriydi.
Taklit insanın doğasında vardır.
İnsan ilkini taklit etmiştir. Taklit biçim değiştirerek yaratıcılığı oluşturur.
Bir şeyi o şey gibi yapmak ilkel taklit, o şey gibi yaparken, yaşamak, duymak,
geliştirilmiş taklittir. Yaratıcılık ise herhangi bir şeyi o şey olarak yeni
bir biçime, anlama, anlatışa sokarken kendini denemek, yenilemektir diye
geçiyordu bir kitabın bir sayfasında. “Öyleyse anların içini söylenememişliklerle
doldurmak yaratıcılıktır.” diyebilseydi bu kadar acı çekmeyecekti su.
“Hayat acıdır, biber kedimin adıdır ise aşk nedir?” dedi. Gülerken
ağzına dolan suyu sevmedi. Sabunun suda eriyişini sevdi ama hep. Bir de
gözyaşlarının suyla birleşmesini. Akarsular denize doğru yol alır ve tatlı
sular tuzlu suda kaybolurdu ya hani, suyun altında ağladığında içindeki denizin
taştığını, içindeki denizin tatlı suya doğru tatlı tatlı yol aldığını, aslında
suyun suyla ilişkisinin de başkalaştığını hissederdi. Sarındı havluya ar’a
sarılır gibi. Ara ara sarındığı bir şeyi özlemiş, çağırmış gibi. Gidilmesi
gereken bir an’ı çağırmış gibi.
Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,
Baştan beri üçüncüyü aramıştı.
Ama bu bir şey değildi asıl
aradığının yanında;*
Ne zamandı, nasıldı, neresiydi
bilinmez, öylesine sarınmıştı ki yorgana, kendisine değen her bir şeyin
rengini, kokusunu daha da öncesinde ona sarılmışlıkların güvenini ve dahi her
bir doku tarihinin liflerini okuyabiliyordu teninden. Teninden bir de kendisine
değdikçe uğursuzlaşan onu okuyabiliyordu. Biraz öfke, biraz korku, biraz zaman,
biraz yitik birinin yatakta yağmura tutuluşunu okuyabiliyordu. Bir çay daha,
bir çay daha için, dedi içindeki, kaçırılan trenlerin kraliçesisin sen. Fonda
yangılı bir şiir, pencerede denizin bucağı, yatakta bir adam. Adam, âdem;
boşluk demektir diye duydu içinden, bir yerlerden bilmişti. Guernika tablosundan
kareler gelip durdu kirpiklerinin arasına.
Terden
ıslanmış vücudunu okumadı ama. Okuyamadı kasılmalardan bitap düşmüş
bacaklarını, kasıklarını. Okuyamadı koltukaltından göğsünün ucuna inci olma
umuduyla yol alan ter damlalarını. Okunmaz olmuştu zaten damlaların cefası ter
yolları. Göç yolları. Uyku, karalarına su vurmayan, mülteci olunamayan, tek
kapılı bir ülkeydi bu gece, kafa
kâğıdında huzur yazmayanın giremediği. Giremiyordu, o gece hiçbir yere
göçemiyordu. O ise çoktan sınırı geçmiş, gölgesi ağaçlara emanet, gülümsüyordu.
Yılları
bazen kitaplar taşır dedi, elinde *Enis Batur, ezberinde 57. sayfa. İnce belli
cam bardakta şarap sabahı, kendiyle göz göze gelemedi bir kez daha banyodaki
boy aynasında. Oysa böğürtlen kokmak istiyordu. Başka bir adı olsun istemişti, başıbozuk
seslerin arasında, harflerle renklerin birbirlerini itmedikleri bostanın.
Yastıkta
bıraktığı izlerden topladı saçlarını. Saçlarını bütün izlerden… İz gibi
bırakılan gözlerden toplayamadı sesini, sesini alıp kaçamadı, sessizdi,
karanlık bir sabahta, sabah da. Merdivenlerden inişinde nihayet, yüzlerce sigaranın
içilmişliği, binlerce insanın oturmuşluğu kokan 10 basamağından, o barın, ona
ilk değişini anımsadı bakışının. Başı bulanık bir karanlıkta milyonlarca
insanmış gibi milyonlarca bakan. Ona ki yıllar sonra, hüznün, gölgesini kapıma
bırakıp uykunun ardına gizlenen, uykunun ardından gözleyen… Ev elma kokuyordu,
ikiye bölününce nasıl kokarsa…
Saçlarının kurutma makinesinin sıcağında
dağılışını ironik bulurdu hep. Rüzgârımsı. Yüzme havuzu, yapay göl, naylon
bebek, yapık, yaratık, yaratmışçılık, sahte. Uygar olmak taklitlerden ibaret
dedi aynadaki. Mahsuscuktan derdi halası masal anlatırken çocuk gecelerinde,
-mış gibi deniyor şimdi… Sanki…
Anı, diye
yazmıştı bir zaman bir yerlere, yapılanların yaratıcı kurgusudur. Nasıl olmasını,
nasıl kalmasını istiyorsan onu zihne öyle yansıtmaktır. Anı, an’ı anda
bırakmamanın dilde bıraktığı ferahlıktır. Göze çekilen kalemin rengini önceden
görmektir. Denizdeki hangi zerrenin senin olduğunu bilmektir. Anı, anlardan
yapılma cam bilyelerle oynanan papatyalı bir oyundur.
Makyajını bitirdi, gülümsedi o günkü
yüzüne. Hazır mıyız? Dedi dışındaki, cevap beklemeden attı kendini kapının
dışına. Kapının dışında olmak içini burardı hep ama bilmezdi içinden başka
kimseler bunu.
Drama
sözcüğünün kökeni Anadolu kavmi Luwilerin dilinden gelmektedir. Sözcük, Luwi
tanrısı Adra/Odra ismiyle ilişkilidir ve tanrıçanın kocasının halkı
anlamındadır. Dra=Adra; erkek, koca, eş,
Ma= lılar, Ardalılar, yani tanrının insanları anlamına gelir diye okuyacaktı
oturduğu barın masasında bulduğu kitapta, önce müzik sonra karşısına oturan
güzel izin verseydi.
Ser, hoştu.
Seri bir hoştu.
Bir hoştu ser, ondandı kokular.
CAN SIKINTISI FANZİN
CAN SIKINTISI FANZİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder