11 Haziran 2012 Pazartesi

Aslı Bir An’ın



                                                                               tekinsiz bir hıçkırığa lakin Serhat’a…


 tırnağına öykünüp en tekinsiz yerlerimi yalıyorum
                                zaman beni ben yapabilir
ıslaklığa sarınıyorum güvenli, dil buna değiyor
                                               beni zaman ben yapabilir
en çok diyorum iki kadın kıskandım
                                                               ben zamanla bunu yapabilirim aslında


o sabaha kat’a uyanmıyorum zoraki,
dantellerden ve altın varaklı vazolardan  nefret etmiyorum hiç
 sin tozlarını sulamıyorum etten ne ala
                                                zaman bir  zorlayabilir


ecele naçar korkular büyüyor
                zaman hep ölebilir
çoklukta öpülmüş bir elin eşiğine takılıveriyor sevişme
                                ölünebilir bir zamanda doğulabilir
şu fotoğraf delildir delirmeye
                                               zamanla boyanabilir


sana bu şiiri hiç yazmıyorum oysaki
rakılardan, vapurlardan  habersizim ne ala
ne yere ne göğe ve leğenlere sığdırmıyorum bedenleri
                               gördüğün her şeye tapılabilir


sanırım seni seveceğim
                doğarken korkulabilir
korkarım parmaklarımı yalayacağım anların var
                korkarken kananabilir
damağımdaki şarabın tüyleri sığınak yeniden görmeye
                zaman korkuyla onanabilir


“ah an!” diye bağırabilir bir kadın
kediler ve  berduşlar idam edilebilir
“ayalarını öptüğüm!”
bir ölüm zamanı doğurabilir


                                                                                 10.01.2012    
               

YASAKMEYVE DERGİSİ 2012 HAZİRAN 

29 Mayıs 2012 Salı

KOKTU ZAMAN…


                                   KOKTU ZAMAN…


Kadının elleriydi,
Tüy,
Uzanan,
Hiçbir geceye ulaşamaz başıboşluk,
Baş’ı boş kokan parmaklar…

            Yerde yankılanıyor bakışların. Belki yanlışım, yorgunum, belki gözlerim sarhoş, ellerim çamur… Zerre zerre dökülüyor maskelerim belki, belki yüzüm yok, savaştayım belki, esirim, ikiyüzlüyüm beklide ya da durgun, belki maviyim ya da vitrin, kim bilir? Yanlışım düşüm, etim… Ama gülüşüm. Perdelerim yarı açık, insanlarım dökülüyor üstümden. Bir fotoğrafım beklide? Beyaza biraz siyah bulaşmış
                                               

            Sıcak suyun altında okuyabilmişti yine zihninde yaşanmış bir anın ardından o zamanda söylenmiş olması gerekenleri. Yüzünü esirgedi bir an sudan, kirpiklerinden son cümleleri de sildi, bu gün portakal kokmak istiyordu. Portakal kokan sabuna uzandı, elleriydi.

Taklit insanın doğasında vardır. İnsan ilkini taklit etmiştir. Taklit biçim değiştirerek yaratıcılığı oluşturur. Bir şeyi o şey gibi yapmak ilkel taklit, o şey gibi yaparken, yaşamak, duymak, geliştirilmiş taklittir. Yaratıcılık ise herhangi bir şeyi o şey olarak yeni bir biçime, anlama, anlatışa sokarken kendini denemek, yenilemektir diye geçiyordu bir kitabın bir sayfasında. “Öyleyse anların içini söylenememişliklerle doldurmak yaratıcılıktır.” diyebilseydi bu kadar acı çekmeyecekti su.

“Hayat acıdır, biber kedimin adıdır ise aşk nedir?” dedi. Gülerken ağzına dolan suyu sevmedi. Sabunun suda eriyişini sevdi ama hep. Bir de gözyaşlarının suyla birleşmesini. Akarsular denize doğru yol alır ve tatlı sular tuzlu suda kaybolurdu ya hani, suyun altında ağladığında içindeki denizin taştığını, içindeki denizin tatlı suya doğru tatlı tatlı yol aldığını, aslında suyun suyla ilişkisinin de başkalaştığını hissederdi. Sarındı havluya ar’a sarılır gibi. Ara ara sarındığı bir şeyi özlemiş, çağırmış gibi. Gidilmesi gereken bir an’ı çağırmış gibi.

            Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,
            Baştan beri üçüncüyü aramıştı.
            Ama bu bir şey değildi asıl aradığının yanında;*

Ne zamandı, nasıldı, neresiydi bilinmez, öylesine sarınmıştı ki yorgana, kendisine değen her bir şeyin rengini, kokusunu daha da öncesinde ona sarılmışlıkların güvenini ve dahi her bir doku tarihinin liflerini okuyabiliyordu teninden. Teninden bir de kendisine değdikçe uğursuzlaşan onu okuyabiliyordu. Biraz öfke, biraz korku, biraz zaman, biraz yitik birinin yatakta yağmura tutuluşunu okuyabiliyordu. Bir çay daha, bir çay daha için, dedi içindeki, kaçırılan trenlerin kraliçesisin sen. Fonda yangılı bir şiir, pencerede denizin bucağı, yatakta bir adam. Adam, âdem; boşluk demektir diye duydu içinden, bir yerlerden bilmişti. Guernika tablosundan kareler gelip durdu kirpiklerinin arasına.

            Terden ıslanmış vücudunu okumadı ama. Okuyamadı kasılmalardan bitap düşmüş bacaklarını, kasıklarını. Okuyamadı koltukaltından göğsünün ucuna inci olma umuduyla yol alan ter damlalarını. Okunmaz olmuştu zaten damlaların cefası ter yolları. Göç yolları. Uyku, karalarına su vurmayan, mülteci olunamayan, tek kapılı bir ülkeydi bu gece,  kafa kâğıdında huzur yazmayanın giremediği. Giremiyordu, o gece hiçbir yere göçemiyordu. O ise çoktan sınırı geçmiş, gölgesi ağaçlara emanet, gülümsüyordu.

            Yılları bazen kitaplar taşır dedi, elinde *Enis Batur, ezberinde 57. sayfa. İnce belli cam bardakta şarap sabahı, kendiyle göz göze gelemedi bir kez daha banyodaki boy aynasında. Oysa böğürtlen kokmak istiyordu. Başka bir adı olsun istemişti, başıbozuk seslerin arasında, harflerle renklerin birbirlerini itmedikleri bostanın.

            Yastıkta bıraktığı izlerden topladı saçlarını. Saçlarını bütün izlerden… İz gibi bırakılan gözlerden toplayamadı sesini, sesini alıp kaçamadı, sessizdi, karanlık bir sabahta, sabah da. Merdivenlerden inişinde nihayet, yüzlerce sigaranın içilmişliği, binlerce insanın oturmuşluğu kokan 10 basamağından, o barın, ona ilk değişini anımsadı bakışının. Başı bulanık bir karanlıkta milyonlarca insanmış gibi milyonlarca bakan. Ona ki yıllar sonra, hüznün, gölgesini kapıma bırakıp uykunun ardına gizlenen, uykunun ardından gözleyen… Ev elma kokuyordu, ikiye bölününce nasıl kokarsa…


            Saçlarının kurutma makinesinin sıcağında dağılışını ironik bulurdu hep. Rüzgârımsı. Yüzme havuzu, yapay göl, naylon bebek, yapık, yaratık, yaratmışçılık, sahte. Uygar olmak taklitlerden ibaret dedi aynadaki. Mahsuscuktan derdi halası masal anlatırken çocuk gecelerinde, -mış gibi deniyor şimdi… Sanki…

            Anı, diye yazmıştı bir zaman bir yerlere, yapılanların yaratıcı kurgusudur. Nasıl olmasını, nasıl kalmasını istiyorsan onu zihne öyle yansıtmaktır. Anı, an’ı anda bırakmamanın dilde bıraktığı ferahlıktır. Göze çekilen kalemin rengini önceden görmektir. Denizdeki hangi zerrenin senin olduğunu bilmektir. Anı, anlardan yapılma cam bilyelerle oynanan papatyalı bir oyundur.


            Makyajını bitirdi, gülümsedi o günkü yüzüne. Hazır mıyız? Dedi dışındaki, cevap beklemeden attı kendini kapının dışına. Kapının dışında olmak içini burardı hep ama bilmezdi içinden başka kimseler bunu.

            Drama sözcüğünün kökeni Anadolu kavmi Luwilerin dilinden gelmektedir. Sözcük, Luwi tanrısı Adra/Odra ismiyle ilişkilidir ve tanrıçanın kocasının halkı anlamındadır. Dra=Adra; erkek, koca, eş,  Ma= lılar, Ardalılar, yani tanrının insanları anlamına gelir diye okuyacaktı oturduğu barın masasında bulduğu kitapta, önce müzik sonra karşısına oturan güzel izin verseydi.   

            Ser, hoştu.
            Seri bir hoştu.
            Bir hoştu ser, ondandı kokular.   


CAN SIKINTISI FANZİN

19 Mayıs 2012 Cumartesi

kan-at



döşümde patlayıp dudaklarımda dağılan dalgalar
denizin dibine kararlı törenlerle gömdüğüm nice taş var ise
kaldırıp sürüklüyor gölgem düşmemiş ayaklarına
ayakların dedimse
kurşunu sıyıran hara



 akşamın tırnakları perdeler bir bir kırılıyor camlarda
öpüyor omzumu kızıl ben öpüyorum kızılı kıpkızıl öpüşmeler
tutup güneşi  yuvarlıyorum  buz gibi dizlerine
dizlerin dediimse
kurşunu öpen yara



öldürme beni doğur bak orda sinim taşım
 kasıklarından ağlat yıka düşmeden yürüt kayır
terk ettim fareleri bak batmıyor bu gemi
içimde sular var tuzlu sudan bir balık sular inci aydınlık
elime bak titriyor yemin süslü elime
gözlerin dedimse
tuza bulanmış kurşun



bir adayım bu suda kıyısı parmaklarım
at kolunu tekrar et vursun gövden soluğun
bük boynunu teslim et serin esrik şu kuma
bir tanesidir kurşun gerisi dalda elma
taşsın bu deniz taşsın
uğultusuz  fırtına


















6 Mayıs 2012 Pazar

ÖTEKİNİN İÇİNDE MEŞRU MU DÜNYA?




“Gövden mi var derdin var. Etin markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ'lar eşit olmadıkça, insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır.”
K. İskender      666
Dört saatlik bir yolun ardından ulaşmıştım, İstanbul’du. Tanışmak istediğim insanlar, söyleşmek istediğim mevzular, omuz omuza yürümek istediğim sokaklar vardı. Tanışılacak, konuşulacak, ihtimal ki sevmek işteşleşecek, yan yana, rengârenk alanlar açılacaktı. Yuvarlak bir masaya ilişti dört adam üç kadın... Üç kadın ‘kendiliğinden’ sol yana, dört adam sağ yana, yan yana oturmuş, hararetle konuşmalar iki öbekten yayılıyor, dağılıyordu. Bir an düşündüm, ‘acaba neden homojen oturmuyoruz?’ Diğer iki kadın seçimleri konuşuyordu, biri diğerine ‘evet oy vereceğim, temsiliyete inandığım için değil, Balat’ta, Sultanahmet’te rahat yürüyebilmek istediğim için. Öğrencilerimi geziye götürürken korka korka yürüyorum, onlar da tedirgin oluyorlar...’ dedi. Sözümü yuttum. Bu cümleden neler çıkardı? Yanımda oturanın öğretmen olduğu, kadın olduğu, kadın mağduriyetlerinden artık çok yorulduğu, inanışı ya da inanmayışı yüzünden ötelenmek istemediği, cümlenin yankılandığı bahçenin güzel oluşu, kızıl bir akşamüstüne dağılışı seslerin, ağaca takılışı harflerin... Velhasıl güzeldi kadın. Ateşe çalıyordu saçları. Ama bu cümleden çıkmıyordu kadının işveli, cilveli oluşu. Çıkmıyordu işveli işvesiz her kadının çeşitli sebeplerle yaşadığı o tacizi, kimin hangi sistematikle kimi ötekileştirerek kime uyguladığı sorgusu da. Çıkmıyordu kimin nerede neden rahat yürüyemediği? Ayrımlı, ayrımcı ayrı ayrı temsili iktidarların mekânlarla biçimlenişindeki arazlar. “Doğrudan’a”, “hemen şimdi’ye” inanan bir kadın bu cümleden çıkıp gidiyordu. Gönlünce giyinmiş bir kadının yaşadığı anlık taciz, anlık et olma hali; gönülsüz kapatılmış bir kadının yaşam boyu etten oluşu; gönlüyle kapanmış kadının duruşu, tercihi dokunmuyordu birbirine. Tüm ötekileri çoğul olmanın hazzıyla her yerden, her zamandan, göz önünden, göz göze bir yaşamdan, sokaktan, alanlardan öteleme, istememe, yok etme, isteği çıkıyor muydu? Yo, çıkmasındı, böylesi güzel bir duruştan bölesi bir refleks çıkmasındı, çıkmamalıydı.

 “Küçük prens gitti gülleri görmeye. Onlara:
-siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz dedi. Kimse sizi ehlileştirmedi, siz de kimseyi ehlileştirmediniz. Tilkim gibisiniz. Eskiden o da binlerce tilki arasında bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir.”
 Antoine de Saint- Exupery       Küçük Prens
Kadıköy’dü, sokaktı, iki kadın, iki adam ya da çok kişi, çok insan yürüyorduk... Bendim biri, yüzümdeki hüzünle, yoldan gelmişliğimle, masadan kalma şaşkınlığımla; bende olmadan. Her yolculuktan, aklıma ve yırtık pırtık not defterime bir şeyler takıştırırdım. Bu yolculuktan da; karakaşları yüzünü gölgeleyen bir güzel ve varıştan; kızıla çalar saçlarını nahif toplayan bir kadın takılmıştı.
Dans etme zamanıydı artık, yol bitmiş, buluşmalar, söyleşmeler mutluluğunu ve huzurunu yüreğime takıp gitmişti, silkindim.  İstanbul’un daracık sokaklarını, şenlendire güle yürüyorduk Moda’ya doğru. Ellerimizde poiler·; ateşle, bedenlerimizle ve coşkuyla buluşmaya gidiyorduk ‘başka’ olmanın hazzıyla. Birden bize baktım. Giyinik miydik çıplak mı? Örtünmüş mü açık mı? Samimi miydik küstah mı? Dokunan mıydık dokunulan mı yoksa dokunmaz dokundurmaz bir uzak mı? İçinde miydik yürüdüğümüz yerin? İç içe miydik tüm yürüyenlerle. Değilsek nedendi? Bir ‘ötekini’ bir ‘ötekine’ düşman eden neydi? Bir azı bir aza kırdıran, bir örselenmişi bir gözü mora kışkırtan, bir silahı bir silaha zalim kılan değil miydi bir ölüyü bir ölüyle yan yana yatıran, değil miydi yine de silahı bırakmayan? Değil miydi insan? Ayağımın kaldırıma çarptığı yerde duydum kendimi. Gözlerim doldu. Akmasın diye içimdeki kadınsının ötelenmiş, aciz bulunmuş gözyaşları, derin bir nefes aldım, sokağa baktım. İşte orada birden dondu an; anın donuşunu gören iki kadındık yalnızca, diğerleri boyuna zamanın, yürümeye devam ediyordu.  Anda: yaşlıca, orta halli, oldukça güler yüzlü bir kadın ve bir çocuk –kadının gözündeki ışıktan belli ki torunu- yukarıdan aşağı; oldukça renkli, bakımlı ‘modern’ görünümlü ama yüzü ve ellerinden başka yeri çıplak olmayan ergen bir kadınsa aşağıdan yukarıya, sıcağı hiçe sayarak yürüyorlardı. Torununu eline olanca sıcaklığıyla sığıştırmış, orta yaşlı kadın durdu ve yan yana gelme ve geçme anı içinde – ‘bak eğer okumaz isen sen de böyle örümcek kafalı olursun işte!’ cümlesine sığıştırıverdi, tacizini. Toplumun, tarihin, inancın, kadınlığın, örselenmişliğin aczini. İki kadın, iki şahit, kalakaldık sokağın, Kadıköy’ün, İstanbul’un ötesinde, dışında. Punk görüntümüz ve otoriteye, cinsiyetçiliğe karşı tüm düşlerimiz, düşüncelerimiz, döküldü üstümüzden, saçıldıkça çığlık oldu sokakta... Kimin öteki olduğunu danışacak bir masa, ‘iktidar nedir?’ sorusuna binaen bir kitap, kimin kadın olduğunu beyan edecek bir bilirkişi raporu ya da TBMM TV’nin açık olduğu bir televizyon düşüvereydi başımıza belki daha kolay olurdu an. Ama işte zaman, neylersin, devama muktedir uzandı, gitti.

 “Akıllı bir kişi dedi ki:
‘bir gün yazıda bir karga ile bir leyleğin birlikte uçtuklarını görüp merak ettim ve bu arkadaşlıklarının sırrını aramaya karar verdim.
Yanlarına yaklaşınca her ikisinin de topal olduğunu hayretle gördüm’ dedi.”
          Mehmet Zeren         Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler
Elimde; adımın yanında kaza halinde ödenecek sigorta bedelinin yazılı olduğu bilet, derme çatma bir otogarın, kirli kadife sandalyelerinde, çayımı karıştırırken düştü gözümden ilk damla. Kaza işte! Annemin gözyaşlarıyla benim buz gibiliğimin çarpışmasına, nihayet insancıl bir tepki verebilmiş sessiz, kimsesiz, soğuk ağlıyordum. İçtiğim en iyi çaylar hep böylesi garlarda demlenmişti. İşte, çay bahaneydi, insan en çok buralarda koyulturdu kendiyle muhabbeti.
–Benim babam senin babanın seni sevdiği gibi beni sevseydi...
(ah annem, seni kimler kapattıydı hayatına? Bal rengi saç örgülerin miydi gazetelerde manşetlerden başkasını okuyamamana neden? Yoksa öğretmen kocanın mavi gözlerine tutkusu mu? Ya benden istediğin? Kollarının, çıplak kollarıma öykünüşü? Sevdalarım? Sevdasızlıklar? Acılarına bir benim direnişim? Boyun eğmeyişim? Ah annem bir sen anladın kadınlar neden kazıtır saçlarını. )
Cümle bitmeden ben paslanmıştım, annem ağlamıştı. Otobüsün kornasına çözüldü yumruğum. En ön cam kenarı, ‘umarım yanım da boştur’ geçti içimden. Kimseler bilmesindi rimelimden çizgilerime yol alan sorguyu. Tüm gardlarımı giyinip merdivenlerden çıkarken fark ettim; cam kenarında oturan kadını; 20 yaşlarında; örtüsünün gölgesine, duru beyaz tenini ve tüm öfkesini sığıştırdığı karakaşlarını iliştirmiş, oturuyordu. O da beni gördü; yirmilerinin sonunda, elleri dövmeli, saçları renkli, eteği kısa... Afalladı kadın, refleksle gözü muavini aradı, ‘böyle bir eşleşme olabilir miydi?’ bunun cevabını o yorgun çocuk nereden bilsindi? Vazgeçti kadın bir bardak su istedi. Cam kenarı benimdi, ama şimdi bütün konfor anlamını yitirmişti. Ben belki onu bilirdim ve izin verse belki severdim ama ya o beni? Belki severdi ama bilir miydi? Yıkılmalıydı iki koltuk arasındaki bitimsiz, kemiksiz, kimliksiz duvar... Alelacele gitti elim çantama, rahatsız oldu kadın; çanta turuncu. Bir şey olmalıydı orada ilk yardıma koşacak, sakız, bisküvi, hah evet kolonya... Bir önceki yolculuğumda bindiğim otobüs ‘Bolu Dağı Medine Dinlenme Tesislerinde’ durmuştu. Bedeni güzel olmalı kadınların, günaha girmeyen olmalı adamlar ile karalar içinde yürüdüğü akla karanlık bir tesiste, ötelenerek bir bardak demini almamış çay içip, adı ‘Mest’ olan %80 alkollü, küçük, şehvet pembesi şişede limon kolonyası almıştım. Elime sıktım, bir nefes aldım, döndüm,  an döndü, ‘ister misin?’ dedi içimdeki, samimi; döndü, an döndü, ‘evet, teşekkür ederim’ dedi içindeki, sıcak. Sıktım eline, dokundum, bilir bilmez. Bilir bilmez ağlamaklı, çekti içine. Gülümsedi... Doğruldu yer, olduğumdan olmak istediğime... Uyudu kadın, başı kaydı omzuma,  dağılmadı saçları, saçları mor, saçları ilah, saçları baba, saçları koca ve dahi kendi, rahat huzurlu duvarsız... Uyudum, dağıldı saçlarım sarı; saçlarım babam, saçlarım kadın, saçlarım sevdiğim...




· Bundan bin yıl önce Yeni Zelanda kabilelerinin kutsal savaş dansı olarak ortaya çıkan Poi, günümüzde bir performans sanatı

24 Nisan 2012 Salı

dünyanın bütün yemekleri birleşin!


Selaaamm...

 Vegan bir arkadaşınızın doğum günü pastasını nasıl yaparsınız? Bu türkçe bilmeyen bir Kürt ile nasıl sohbet edersiniz sorusuna benziyor galiba. Yada yönelimi hetereseksüel biri olarak dilde, akılda ve yaşamda onun diktasını yeniden ve yeniden üretmeden var olabilir misiniz? Aslında bu coğrafyada ve her coğrafyada yaşama bir bütün olarak ilikenmek isterseniz bunun “nasıl”ı nedir?
Düşündüm ve ötekileştirilnlerin ötekisi olmak istemediğime karar verdim.
Ve bunları düşünürken yemek yapıyordum.
 İki  farklı (etli - vejeteryan, vegan) versiyonunu yapacağım için ismini dönüştürüp havuç-patates çorbası yaptığım standarta sebzeli tavuk tarifini denedim ve şahane olduğuna karar verdim.
Sebzeli tavuk:
Tavukları bir tencereye alıp 1 litre su ile haşlıyoruz. Başka bir tencerede rendelediğimiz havuç ve patatesi 1 litre su ile haşlıyoruz. Çorbayı koyu sevenler daha az tutabilir. Onların pişmesini beklerken derin bir kapta yumurta sarısı ile limonun suyunu çırpıyoruz. Üzerine unu ekleyip çırpmaya devam ediyoruz. Kaynayan havuş ve patatesli sudan içine yavaş yavaş alarak kesilmesini engelledikten sonra o tencereye ilave ediyoruz. Haşlanan tavukları didip suyu ile birlikte sebzelere ilave ettikten sonra doğranmış maydonoz ve dere otunu tencerenin altını kapattıktan sonra ilave ediyoruz ki yeşillikleri kaybolmasın. En son tere yağında kızarttığımız kırmızı toz biberleri ekliyoruz.
İki adet tavuk budu/Bir adet havuç/Bir adet büyük patates/2 litre su/1 adet yumurta sarısı /1 limon/ 3 yemek kaşığı un/Maydonoz/Dere otu/Kırmızı pul biber/Tere yağı

Havuç patates çorbası:
Sebzeler rendelenir ve1.5 litre su ile tencereye konur. vejeteryan arkadaşlar yumurtalı terbiyeyi de kullanabilirler ama veganlar  soya sütü limon suyu ve unu derin bir kasede çırptıktan sonra içine tencereden sıcak su ilavesi yapıp tüm karışım yavaş yavaş sebzelerle karıştırınız. Koyulaşma sağlandıktan sonra protein de bulunsun isterseniz bir bardak haşlanmış yeşil mercimeği ama altını kapatmaya yakın ekleyiniz.  Dere otu ve maydonozu da yine altını kapadıktan sonra ekleyip zeytin yağında kızaran kırmızı toz biberi üzerine dökünüz efenim…
1 adet havuç/1 adet patates/1.5 litre su/1 bardak soya sütü/1 limon/3 yemek kaşığı un/Bir bardak haşlanmış yeşil mercimek (proteinleri denk olsun)/Zeytin yağı/Maydonoz  /Dereotu/Kırmızı toz biber
Tuzu su ve yağ ile yemeği pişirme esnasında kullanmayın efenim, uzman değilim ama egede öğrendim. Yemek yenir iken kaya tuzunu arzunuza göre serpiniz…


17 Nisan 2012 Salı

ben sana güveniyorum etraf kötü





Sevgilim
ben asil olmadım hiç
almadım gazete, okumadım biricikli ikircikli köşeler
yürüyen merdivenlerin ben yürümezken yürümesi gibi salakça
tayyörler ve bacaklar ve salınan kravatlar
can kırılmak mermer tapılmak içindi gerisini devrim bilir
ekolojik beslenmedim kimseyi parfümle öldürmedim
saçımı hiç toplamadım, atın kuyruğu koşarken güzel
tırnaklarım var bıçak, düşünürken boyanan, düşünürken bakılan, düşünürken uzayan
ha bir de toynaklarım bi kodum mu oturtan

Sevgilim
bir pizza parasına bir aile doyarmış annem hep öyle diyor
annem hep doğrulur eğilince
sonrası hep boncuklarmış tanrı hep öyle diyor
tanrı bizde yaşıyor ve sanki biraz köpek biraz sen bir de naftalin kokuyor
annem tanrıdan sebep sevmezmiş pizzaları
ben tanrıdan ve aşktan sevmem plazaları

Sevgilim
ben hiç dürüst olmadım, erdemli ya da makul
sarı kedi, yılan, sincap oldum  
bazen de tam tilki
sanki değildi hiç biri yalancı ya da sinsi
koynuma çiçek soktum, ayağı yalın gezdim, atlara çıplak bindim
dörtnala giderken, ne o, neden küçüldü gözlerini öyle
sevgilim pardon  ama ben değil, atlar çıplak

Sevgilim
bi kıçını kaydırsan açılan yere sığmam
az öteye uyusam rahat uzanamazsın
terk edelim bu aşkı bak zaten yer de yok
yerde yok gökte yok hani aşkın ispatı?
birbirine baka baka akılan yoldan gayrı
her yerde her şeyde
yanak, dil, yüreğini Rus bir kasaba verdim
diyordu ya o yazar arzu federasyondur
ben bilmem korkarım da sağa sola bulaşma

Sevgilim
evlen onunla, cam eşya bak, mobilyalar al, evini sıcak döşe
hem kim bilir beyaz eşya da indirim olur bir şiir yazarsınız
düğünde egzotik pasta, otel odasında şampanya
 belki kelebeklere tatile gidersiniz, ne fantazya
senden iyisini mi bulacak
kanser olmayası memesi


Sevgilim
ağdalı bu romanlar tüm lan’ları almışlar
beni yazan da bu ara sanırım ota sardı
bir de güllerin nerde dikeni vardı?
iyi de boğazıma gömülen gemi değil
o dümen nerden çıktı?
neyse ben sordum kaçtım sen seksine devam et


Sevgilim
konuşma benimle ama anlat kim nerde öptü seni
bu sinema, bu durak, bu tabak hangi mazi
aşkın en tazesinde kurgulardan kim ölmüş
hem zaten kilo aldım midem geniştir benim
ha unutuyordum paketteki de hamak
ben ördüm ellerimle bunu da ona anlat

Sevgilim
şu film beni anlatmıyor bu roman diğer şiir
sen yaz bana aşk olsun çıkmaz mı benden Leyla
azıcık Pia serpsen, küp küp Elsa Tamara
Cemil bey Lamia’ya sıfır deneme yazmış
nooolur aşkısı ama ay benim neyim eksik
küçük görme fuzuli  Mecnunun da adı var




morika
21.04.2012






















15 Nisan 2012 Pazar

DOKUZ CAN




                                               IX


ne zaman kentler kurdu
bu dağınık sohbetler
tutuşmuş dizelere sürttüğüm dizlerimden
yangınlar ve kavgalar verecektir rengini
verecektir bir renktir tutuşanlar
ve eller
ahşap çatılarda geriniyor gölgemiz
mutlaka ki tahammül ağlamalar ve sesler
tenimde bıçak gibi sen
sen gibi bıçak
bırak!
kaç bin kez daha yarına doğrulacak
Ohrid
Vltava ve ben
de ki Sadik[1] 
ayakta doğurduk sandık ki ağrıyacak
koynumda bitli tarih
yazılar bir renk
varak
ne zaman sohbetimiz
saçlarımda bir hayal
bağdaş kahkahalarımda kırılan şu topuklar
milatlar sonlar ve ilkler serecektir kendini
aşkın mafsalına şerh olan o kıymıklar



sel altında
Pangea[2]
 boğuluyor izimiz
ahmakça bir tahayyül zenginlikler ve bentler
boğazında yelken gibi
ben
ben gibi sende iken
tut ki
o aklındaki
benim omzumdan kaymayacak
kuytularda ölürdüm
dedim ki çağlayacak
taşa sardım
çatladın
boyun ver
dağla
bırak!
aşk ağzımda ağgın bir nar gibi çatlayacak










[1]Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Metis Yayınları, İstanbul (kitabın iki kahramanından doğuranıdır)
[2]Olası  225 milyon yıl önce dünyanın kara kütlelerinin, kıtaların birbirine bağlıyken ki adı.

2 Nisan 2012 Pazartesi

bir “sadece”ye dolayıp boynumu


Bu sabah bir “sadece”ye dolayıp boynumu
Ayaklarımı yere  bastım bir kez daha ve bir adımla bin anlam ağlar unutma…
                Kendi kalabalıklarında iken aklına ilişiveren o sadece yürümek istediğin  orman, sadece birkaç saat üzerinde heşeyi unutmak, uykuya varmak istediğin o hamak, sadece haftasonu gidip görmek istediğin o göl, o çam ağacı, o milli park, geri dönmelerinde gölgenin bir ton daha siyah olmasına yetmiyormuydu? Bir kez bile demez işte insan kurulu olanın içinden kendisine “neden? “ diye…  ve sadece bu sadeceler için kurulu bir düzen var bilirsin… hiçbir manzara masasız ve çaysız ve bedelsiz değil artık…
                Sadece dokunmak istediğin her şeyde kalmıyor mu sanıyorsun parmak izlerin, izlerin derinliği, derindeki çatlaklar, çatlaklardan akanlar…
                Sadece ağaçlarına, çukurlarına, mağralarına gediklerine, gölgelerine kokusana kapılmak için geldiğin o orman, ayaklarından, nefesinden, sigarandan, tükrüğünden sende biriken o herşeyden ve bırakıp kaçarcasına gittiklerinden  nasiplenmiyor mu sanıyorsun…
                Sadece sarılmak , sadece öpmek…  sadece bunu istemek….
                Bacaklarının arasında “lütfen ateş yakmayınız” levhası, göğüslerinde”yüzmek tehlikeli ve yasaktır”, kollarında “dokunmadan bakınız”, kalbinde “m.s. 21. yy inancını yitirmiş epik”. Değilim bunların hiç biri… Ben kimsenin modern “şey”lerinden biri değilim. Getirdiğin tüm marazları unutturup, yeniden o marazlar alemine dönerken sana el sallayacak. Bireylik tahtına, makul ve mağrur olana el sallayarak gönderecek o rüzgar.... rüzgar da değildir öyle inan.
                Sadece sarıldığım bir ağacın gölgesinde aklımı kaybedebilecek kadar kollarımla, sadece kül doktüğüm o küllüğün camında gözlerimi görebilecek kadar nefesimle, sadece okumuş olduğum bir tarih kitabından süzdüğüm cinnetimle, sadece sevdiğim o adamaların kül kokulu nefesinden devşirdiğim tırnağımla, sadece dirdiğim kelimelerden örülmüş tel örgülerde kuruttuğum etimle, ben sadece bunlar iken… sadece!
                Sen sadece kaçmak istedin, kaçamadıklarından. Sen  kaçamadıklarının sorumluluklarından kaçamayacağını uzattın kollarınla, değiştiremeyeceklerinin yılgınlığından bir anlığına uzak kalmayı, savrulmayı uzattın.  Verdiğin  anlamları yıkıp yerine yenilerini koyamayacağının itirafını, o apartman dünyanı. Baki  bir ateşin konforunda ısınırken,  yeni bir yer , yeni bir biçimde ateş yakmayacağına kani iken, olduğundan serinliğe uzattın bedenini sadece, kızgın kumlardan serin sulara bir anlığına da olsa… ayaklarını uzattığın otsuz lakin konforlu bahçenden bostanıma  daldın…
                Ve artık derki sana o deniz, o ruzgar, o orman ve o özlem: sen sadece sarılınabilek bir şeysin bir beden için, sadece öpülünebilecek bir dudak… bir gün sadece bunlara ihtiyacım olur ise gelir kapına bir serinler kaçarım kendi hayatıma…
                Şimdi bu mektubu al lütfen ve koy bir şişeye, umarım ulaşır attığında aklındaki denizin kumsalından bir çöle…Kim bilir denir ise bir gün, hayattan bir kadeh, sadece sigaramdan bir de… çünkü insan sarınırken de içine alır… değil ki “sadece”…



14 Şubat 2012 Salı

adam ile hava



bak bu benim ellerim dedim
en güzel dedi öptü illaki
duy dedim bu benim en güzel sesim
çağlasın dedi sustu billahi
şerbettir tuz  senin boynundan akar
tat dedi yuttum velev ki

bak bu alma dedim şu dağdan çaldım
hop dedi yuttu illaki
koş dedim incir karaltı
oy dedi sezdi billahi
tenindir çöl senin saçından kokar
sev dedi sardım velev ki

bak dedim adam
boşluk illaki
bak dedi hava
piştik billahi










2 Şubat 2012 Perşembe

Ev ekonomisi dersliğinde öldürülmüş bir kadının şiiri




               
vicdansız pul biber
duygusuz mücver
hain külbastı
tatmindi tatlı


               
                yedi fil
                                 yedi piyon
                                                       yedi kale
                                                                            yedi at
                                                                                                                           
                                                                                                                                             şah!
kimse ölmedi


               
dans edebildiğim satranç artık satranç değildir.


                                                                            Moria Pia 
                                                                                          Şubat 2012

28 Ocak 2012 Cumartesi

NOTUN YAZISI



karnıma boş
                        al
                                   mış
bütün imgeleri birbirine dikeceğim
sarkıtıp kirpiklerden aşağı ilk balkonda kaçacağım,
masaya kurulmuş er
                                               her
                                                                       dem
                                den
kendime
bir kadınlık biçeceğim…






KAMU
kar kırmızı nehirlere kanat
bacaklarımın arasından akıp gidiyor bu şiir






DAĞ  YA DA Vildan[1]’ın  YAZISI
leylaklı menekşeli bir mektuba
bin dallı ter ile yazılacaktı bir şiir
akşamın dağa vurgun kardan gölgesine inat
keskin siyah bir tutam saç
rüzgara öykünen şalvarlı kapıya
kara tahtadan sola
toprak yoldan varacaktı
tut elimi karnıma doldur dirimi
fesleğen bir dünya doğ diyecekti şiir
tek kurşunla eteklerini toplayıp kimsesiz uyumasaydı şair







EFSUN  YA DA  Kiania[2]’nın YAZISI
zamanın çanlarında en varak bir safbahar
çağların ortadan vurulduğu mızraklara inat
tütün sidik ve küfür  süpürülecek
fırlatılıp vurulan porselenlerden erkeklik dikilecekti
onur ellere renk verir diyecekti şiir
elleri bacak arasında kan beyazı bir kara
karaya vurmasaydı şair





TAŞ YA DA Ceylan[3]’ın YAZISI
uykusuna günlerin ışığı sızmış
ışığına tarihin uykusu
bir çocuk
vicdan
izah
şuur
önüm arkam sobe
dağın eteğinden ovaya taş sektirecekti şiir
annesinin basma eteğine param parça sığınmasaydı şair

  



SER YA DA Serhad[4]’ın YAZISI
“dilimin döndüğü bütün gecelerden bir şal diktim sana”*
diyor bir şiir
şiir diyor da şair kiminle sevişiyor kim bilir






KER[5] YA DA Mori[6]’nin YAZISI
o kamusal tarlada
gecekondusu yıkılmış bir şair
tüm tek geceli kelimeleri
yüklenip sırt çantasına kendini yakacaktı
defterler hep tahrir
tek hecelilerden yorgan biçim bir şiir
altında terleyecekti oh diyecekti zahir
şiir diyecek de
kim bilir hangi masada  -sızdı şair






KÖŞE’NİN YAZISI

vurdu/çaktı/çektiosilahıyönlere/
gösterdi/buldu/düşmanıyendikimene/
bomba/yumruk/ dayandıbıçakkemiklere/
kalem/postal/düştüuçakköylere/
çelik/azık/dağıldıo-kullarafındık/
kader/dua/şükürverildiellere/
kadın/kadın/taştıyerlerekadın/
kadın/kadın/ hepbirmiyakılandın/ kaldınkadın/kandın/kanatlarındandın/kandanuçamadın





mora pembeye işlenmiş yastıklarda geceye efildeyecekti şiir
ölümleri kağıttan kırdırtmasaydı şair,









[1]  Köle. Müşriklerin ölen çocukları Cennette, Cennet ehline hizmet ederler. [İmam- Teberani]

2 Şafak, Güney Afrika menşeili bir isim.

3 Çift parmaklılardan, boynuzlugiller familyasından, çöllerde yaşayan, çok hızlı koşan, gözlerinin güzelliği ile tanınan, ince bacaklı, zarif, memeli hayvan, ahu.

4 Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır.

5 Kuvvet, mukavemet, güç.

6 Kadın.

*Serhat Uyurkulak,  , Sesini Aramayan Şiir, Sonsuz Öğlen Şiiri, YKY,2010


                                                                                                                                      Moria Pia
                                                                                                                                             Kasım 2011              

CİNAYŞE FANZİN 2012










25 Ocak 2012 Çarşamba

CAN SIKINTISININ SIKILMADAN ANLATTIKLARIDIR:




Ankara’da Nefes Bar’da fanzini eline alan bir arkadaşın fanzin tanıtım köşesinde kendi çıkardıkları fanzinin tanıtımını görmesi ve şaşırması… (fanzinler, fanzinleri reklâm etmez varlıklarını paylaşır)
Yine aynı mekânda bir İngiliz’e yanındaki arkadaşlarının çevirisiyle can sıkıntısı vermemiz… ( yurt dışına da açıldık mı ne acaba geyikleri, karıncaları)
İstanbul’da Kara Kedi Kültür Merkezinde gözleri görmeyen bir arkadaşımızın fanzini dağıtan arkadaşımızı her seferinde sesinden tanıyıp “yeni sayı çıktı mı?” diye sorması ve alması… (dağıttığımız mekânların ve oranın müdavimi insanların müdavimiyiz artık.)
ODTÜ’de bir hocanın odasına girip fanzini anlatmamız onun da fiyatının “ne verirseniz…” olması üzerine “iki poşet çayım var” demesi… Bir dahaki sayıda onun yanına yeniden uğradığımızda yeni sayı için bize pipo, pipo tütünü, kaymaklı bisküvi, birkaç lira ve odasında bulunan bir başka fanzini vermesi… (yaşasın takasta kolaj!)
            İstanbul’da fanzini dağıtmak için birçok mekâna giden arkadaşımızın o mekânlarda Arif Damar ile karşılaşması ama yüzünü tanımadığı için fanzine dair iletişim kurmaması, en sonunda Arif Damarın arkadaşımıza ‘bana niye sormuyorsun?’ diye çıkışması… (Sözünüzü de yüzünüzü de çok sevdik usta!)
            İzmir’de, 12 yıl önce çıkan ve bizi fanzinlerle tanıştıran ‘değil o da değil’ fanzininin yeni bir sayısıyla karşılaşmamız… (ne büyük bir heyecandır o sanki yıllardır göremediğin bir dostunu görmüş gibi…)
            Ankara da Hacettepe üniversitesinden Kızılay’a gitmek için otostop çektiğimizde bizi alan bir sürücüye teşekkür etmek için ona fanzin vermemiz… (Sadece otostopta dağıtım yapsak binleri bulur.)
            İlk sayıyı dağıtmak için Ankara’ya gittiğimizde, Don Kişot Osman Akkuşun yeni açtığı mekânda, bize sandalyeleri ve masaları temizlememiz karşılığında kahvaltı ısmarlaması… (Cebimizde de beş kuruş yoktu hani...)
            ‘Baba fanzinde yazıyorum’ dediğimde adını öğrendikten sonra kahkahalara boğulup ‘sen değişsen…’ diye başlayan cümleyi kahkahadan bitirememesi… Benim telefonu kapatmam… Derin bir can sıkıntısı…
            Ankara’da sokakta stant açan bir arkadaşla bir mekânda karşılaşıp ona fanzini bir şey beklemeden vermemiz, bir sonraki sayıda sokakta standının başında onu görüp yeni sayıyı verdiğimizde ‘ya ben size geçen sayıda da bir şey veremedim’ deyip ‘stanttan istediğinizi alın’ demesi… ( the Doors ve Ravi Shankar kasetleri bir de el yapımı cillop gibi bir cüzdan)
            İsimlerini veremeyeceğimiz çalışanların, dolayısıyla isimlerini veremeyeceğimiz mekânlarda, patronlarından habersiz, müşterilerle can sıkıntısı için iletişim kurmamıza izin vermeleri… ( Emeğin dayanışması desek sevimli bir selam göndermiş oluruz sanırım…)
            İzmir’de bir şiir dergisinin ofisini ararken dergideki adresin olduğu yerin bir ailenin yaşadığı ev olduğunu, evin ofis olarak da kullanıldığını öğrenmemiz… Orada yaşayan kadın ve kızının misafirperverliği… Kızının bize getirdiği çayın aslında sıcak su oluşu… Zihinsel bir sorunun böylesi içimizi ısıtışı…
            8. sayının dağıtımında aynı kişi ile İzmir’de, İstanbul’da ve Ankara’da karşılaşmamız. ‘Siz kaç kişisiniz?!’ diye şaşkın nidası, ‘Dağıtım için iki kişiyiz’ dediğimizde ‘biz sizi otuz kırk kişi sanıyoruz’ diye şaşırması… (gönül verdikten sonra 2=40 diyoruz, böbür böbür:P)
            ‘Can sıkıntısı diye bir fanzinimiz var’ diyerek giriştiğimiz diyalog kurma çabasına ‘zaten canımız sıkılıyor!’ diye bize çıkışmaları insanların… ( bu cünlenin de böle düşük olması…)
            Adana da üniversitede açtığımız can sıkıntısı standının önüne koyduğumuz ‘sıkılıyorum öyleyse varım’ pankartının arkasında bir arkadaşımızın fena halde sıkılması. Pankartı ve arkadaşımızı gören insanların kahkahalarla gülüp arkadaşımızla sohbete girişmesi… (can sıkıntısı kolektif bir ruh halidir diyesimin gelişi…)
            Eskişehir’de 6.45 barda, orada müzik yapan DJ arkadaşın fanzin karşılığı bize istek parça çalması… (The Doors’dan bir parça ama arkadaşlar hangisi olduğunu anımsamıyor.)
            İstanbul’da bir mekânda arkadaşımızın fanzin için bir masaya gitmesi, masadaki grubun arkadaşımıza ‘bırak fanzini otur bir bira iç’ diyip masaya davet edişleri, masadaki kadının arkadaşımıza ‘en son ne zaman seviştin?’ sorusuna aldığı cevapla ‘ha senin ondan canın sıkılıyor’ demesi…( Cevap arkadaşımızın özel alanıdır o sebeple biz bile merak edemiyoruz. Ama mail yoluyla kamuoyu oluşturulabilir ve cevap ağzından kerpetenle alınabilir.)
            İthaki yayınlarından çıkan Edgar Allen Poe kitaplarına göz dikip yayın evine gitmemiz. Yayınevinde çalışan kadının (tam görevini bilemiyoruz, zaten samimiyeti yeter.) fanzini alıp ‘benim o kitapları vermeye yetkim yok ama…’  deyip kendi kütüphanesinden başka bir kitap vermesi… Aynı akşam can sıkıntısının maillerine baktığımızda kadının ‘fanzininizi okudum yarın gelip Poe kitaplarını alabilirsiniz’ demesi… (Artık bizimde Poe kitaplarımızın kütüphanemizden bize gülümsemeye başlaması...)
            Yazan bir arkadaşımızın babasının ‘Can sıkıntısı çıkmıyor mu canımız çok sıkılıyor.’ Demesi…
            Yazan bir arkadaşımızın, dağıtan bir arkadaşımızla sevgili oluşu… ( Aşk her yerde, şimdi değilse ne zaman? Yolda değilse nerede? )
            Adana’ya imza günü için gelen Küçük İskender’e fanzin veren arkadaşımızın muhabbet esnasında sıkıntıdan bayılması… (Açtım ondan diye açıklaması ama bizim buna inanmamız…)
            Çukurova üniversitesinde bir hocamıza her sayıda ısrarla gidip hocam bu sayıyı da almıyor musunuz diye sormamıza rağmen onun da ısrarla almamaya devam etmesi…
            Ege üniversitesinde bir hocamızın her sayıda bizi ilgiyle karşılayıp fanzin karşılığı bize kendi çektiği fotoğraflardan büyük boy bir tane vermesi… ( Kendi sanatını kendin paylaş, elden paylaş, yapana da yapıta da dokun. Yaşadığını hissediyor insan. )
            Ege üniversitesinde çalışan İhsan Oktay Anar’ın fanzine karşılık cebindeki paradan ‘bu da benim çay param!’ diye ayırdığı kısmın gerisini bize vermesi…
            Ankara’da fanzin dağıtan arkadaşımızın oturduğu bir masada iletişim kurduğu kişinin ‘bu benim en kötü günüm.’ demesi… İşinden ve sevgilisinden ayrılan arkadaşla iki saatlik bir sohbet… İletişim kurmak için alınan telefonlar onun yazdığı sekiz ayrı mail adresi… Ertesi gün sabahında bizi araması…  (ne denli yalnızlaşmışız üzerine yeniden ardı ardına süzülen dizeler…)
            Otobüs yolculuğuna çıkmadan İstanbul’da ulaştığımız birinin yolculuğun molasında okuduklarının ardından bize telefonla ulaşıp duygularını belirtmesi… (hissetmek ertelemeye gelmez. )
            Can sıkıntısını okumuş arkadaşların bize ulaşıp ‘doğu turu yapıyoruz yarın bizi misafir eder misiniz’ demeleri… Onları karşılamak için İstanbul’a gitmeyi bir gün ertelememiz… Adana’ya gelmeleri… Sıcak sohbetler…
            Ankara’da günün yorgunluğunun ardından dost sohbetleriyle dolu bir eve doğru şehir içi otobüste yolculuk eden arkadaşımızın, Ursula le Guin okuyan biriyle karşılaşması, iletişim kurması, fanzin vermesi…
            Çanakkale’de oturduğumuz Han Bar’da karşı masada oturan arkadaşların bilgisayarının masa üstündeki fotoğrafı çok beğenip laf atmamız, tanışmanın ardından gelişen sohbetler, şimdiye dek yayınlanan fanzinlerin sayfalarının fotoğraf formatları ile o fotoğrafı takas etmemiz, fotoğrafı bu sayıda yayınlamaya karar vermemiz…
            Adana’dan gelen arkadaşların Çanakkale’de güneşin 21’den sonra batmasına ve havanın çok geç kararmasına şaşırmaları… Hep birlikte güneş batışlarına boğaza koşmalarımız… Gün batımı çayları, çitosları, sucuk ekmekleri…
            Tüm bunları anımsamak için geçirilen zamanın bellekten kayboluşu… Saatin, biz bunları yeniden anımsarken ve yazarken birden 05.11 oluşu…
            Ve daha ne anlar, ne yollar, ne mekânlar, ne insanlar, ne güzellikler
            Ve daha neler… 
            Neler?


       Yaşayanlar: Ayzer, Süveyda Sezgin, İkiden_sonra, Moria Pia
       Hazırlayan: İçimizden en az biri romantik…

UZUN SAP

Sol ayağıma de ki Delile… I.                      PERDELİ sen bana dokunduğunda Venedik’te bir çan zincirlerinden boşalıp sokaklarda ...