29 Mayıs 2012 Salı

KOKTU ZAMAN…


                                   KOKTU ZAMAN…


Kadının elleriydi,
Tüy,
Uzanan,
Hiçbir geceye ulaşamaz başıboşluk,
Baş’ı boş kokan parmaklar…

            Yerde yankılanıyor bakışların. Belki yanlışım, yorgunum, belki gözlerim sarhoş, ellerim çamur… Zerre zerre dökülüyor maskelerim belki, belki yüzüm yok, savaştayım belki, esirim, ikiyüzlüyüm beklide ya da durgun, belki maviyim ya da vitrin, kim bilir? Yanlışım düşüm, etim… Ama gülüşüm. Perdelerim yarı açık, insanlarım dökülüyor üstümden. Bir fotoğrafım beklide? Beyaza biraz siyah bulaşmış
                                               

            Sıcak suyun altında okuyabilmişti yine zihninde yaşanmış bir anın ardından o zamanda söylenmiş olması gerekenleri. Yüzünü esirgedi bir an sudan, kirpiklerinden son cümleleri de sildi, bu gün portakal kokmak istiyordu. Portakal kokan sabuna uzandı, elleriydi.

Taklit insanın doğasında vardır. İnsan ilkini taklit etmiştir. Taklit biçim değiştirerek yaratıcılığı oluşturur. Bir şeyi o şey gibi yapmak ilkel taklit, o şey gibi yaparken, yaşamak, duymak, geliştirilmiş taklittir. Yaratıcılık ise herhangi bir şeyi o şey olarak yeni bir biçime, anlama, anlatışa sokarken kendini denemek, yenilemektir diye geçiyordu bir kitabın bir sayfasında. “Öyleyse anların içini söylenememişliklerle doldurmak yaratıcılıktır.” diyebilseydi bu kadar acı çekmeyecekti su.

“Hayat acıdır, biber kedimin adıdır ise aşk nedir?” dedi. Gülerken ağzına dolan suyu sevmedi. Sabunun suda eriyişini sevdi ama hep. Bir de gözyaşlarının suyla birleşmesini. Akarsular denize doğru yol alır ve tatlı sular tuzlu suda kaybolurdu ya hani, suyun altında ağladığında içindeki denizin taştığını, içindeki denizin tatlı suya doğru tatlı tatlı yol aldığını, aslında suyun suyla ilişkisinin de başkalaştığını hissederdi. Sarındı havluya ar’a sarılır gibi. Ara ara sarındığı bir şeyi özlemiş, çağırmış gibi. Gidilmesi gereken bir an’ı çağırmış gibi.

            Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,
            Baştan beri üçüncüyü aramıştı.
            Ama bu bir şey değildi asıl aradığının yanında;*

Ne zamandı, nasıldı, neresiydi bilinmez, öylesine sarınmıştı ki yorgana, kendisine değen her bir şeyin rengini, kokusunu daha da öncesinde ona sarılmışlıkların güvenini ve dahi her bir doku tarihinin liflerini okuyabiliyordu teninden. Teninden bir de kendisine değdikçe uğursuzlaşan onu okuyabiliyordu. Biraz öfke, biraz korku, biraz zaman, biraz yitik birinin yatakta yağmura tutuluşunu okuyabiliyordu. Bir çay daha, bir çay daha için, dedi içindeki, kaçırılan trenlerin kraliçesisin sen. Fonda yangılı bir şiir, pencerede denizin bucağı, yatakta bir adam. Adam, âdem; boşluk demektir diye duydu içinden, bir yerlerden bilmişti. Guernika tablosundan kareler gelip durdu kirpiklerinin arasına.

            Terden ıslanmış vücudunu okumadı ama. Okuyamadı kasılmalardan bitap düşmüş bacaklarını, kasıklarını. Okuyamadı koltukaltından göğsünün ucuna inci olma umuduyla yol alan ter damlalarını. Okunmaz olmuştu zaten damlaların cefası ter yolları. Göç yolları. Uyku, karalarına su vurmayan, mülteci olunamayan, tek kapılı bir ülkeydi bu gece,  kafa kâğıdında huzur yazmayanın giremediği. Giremiyordu, o gece hiçbir yere göçemiyordu. O ise çoktan sınırı geçmiş, gölgesi ağaçlara emanet, gülümsüyordu.

            Yılları bazen kitaplar taşır dedi, elinde *Enis Batur, ezberinde 57. sayfa. İnce belli cam bardakta şarap sabahı, kendiyle göz göze gelemedi bir kez daha banyodaki boy aynasında. Oysa böğürtlen kokmak istiyordu. Başka bir adı olsun istemişti, başıbozuk seslerin arasında, harflerle renklerin birbirlerini itmedikleri bostanın.

            Yastıkta bıraktığı izlerden topladı saçlarını. Saçlarını bütün izlerden… İz gibi bırakılan gözlerden toplayamadı sesini, sesini alıp kaçamadı, sessizdi, karanlık bir sabahta, sabah da. Merdivenlerden inişinde nihayet, yüzlerce sigaranın içilmişliği, binlerce insanın oturmuşluğu kokan 10 basamağından, o barın, ona ilk değişini anımsadı bakışının. Başı bulanık bir karanlıkta milyonlarca insanmış gibi milyonlarca bakan. Ona ki yıllar sonra, hüznün, gölgesini kapıma bırakıp uykunun ardına gizlenen, uykunun ardından gözleyen… Ev elma kokuyordu, ikiye bölününce nasıl kokarsa…


            Saçlarının kurutma makinesinin sıcağında dağılışını ironik bulurdu hep. Rüzgârımsı. Yüzme havuzu, yapay göl, naylon bebek, yapık, yaratık, yaratmışçılık, sahte. Uygar olmak taklitlerden ibaret dedi aynadaki. Mahsuscuktan derdi halası masal anlatırken çocuk gecelerinde, -mış gibi deniyor şimdi… Sanki…

            Anı, diye yazmıştı bir zaman bir yerlere, yapılanların yaratıcı kurgusudur. Nasıl olmasını, nasıl kalmasını istiyorsan onu zihne öyle yansıtmaktır. Anı, an’ı anda bırakmamanın dilde bıraktığı ferahlıktır. Göze çekilen kalemin rengini önceden görmektir. Denizdeki hangi zerrenin senin olduğunu bilmektir. Anı, anlardan yapılma cam bilyelerle oynanan papatyalı bir oyundur.


            Makyajını bitirdi, gülümsedi o günkü yüzüne. Hazır mıyız? Dedi dışındaki, cevap beklemeden attı kendini kapının dışına. Kapının dışında olmak içini burardı hep ama bilmezdi içinden başka kimseler bunu.

            Drama sözcüğünün kökeni Anadolu kavmi Luwilerin dilinden gelmektedir. Sözcük, Luwi tanrısı Adra/Odra ismiyle ilişkilidir ve tanrıçanın kocasının halkı anlamındadır. Dra=Adra; erkek, koca, eş,  Ma= lılar, Ardalılar, yani tanrının insanları anlamına gelir diye okuyacaktı oturduğu barın masasında bulduğu kitapta, önce müzik sonra karşısına oturan güzel izin verseydi.   

            Ser, hoştu.
            Seri bir hoştu.
            Bir hoştu ser, ondandı kokular.   


CAN SIKINTISI FANZİN

19 Mayıs 2012 Cumartesi

kan-at



döşümde patlayıp dudaklarımda dağılan dalgalar
denizin dibine kararlı törenlerle gömdüğüm nice taş var ise
kaldırıp sürüklüyor gölgem düşmemiş ayaklarına
ayakların dedimse
kurşunu sıyıran hara



 akşamın tırnakları perdeler bir bir kırılıyor camlarda
öpüyor omzumu kızıl ben öpüyorum kızılı kıpkızıl öpüşmeler
tutup güneşi  yuvarlıyorum  buz gibi dizlerine
dizlerin dediimse
kurşunu öpen yara



öldürme beni doğur bak orda sinim taşım
 kasıklarından ağlat yıka düşmeden yürüt kayır
terk ettim fareleri bak batmıyor bu gemi
içimde sular var tuzlu sudan bir balık sular inci aydınlık
elime bak titriyor yemin süslü elime
gözlerin dedimse
tuza bulanmış kurşun



bir adayım bu suda kıyısı parmaklarım
at kolunu tekrar et vursun gövden soluğun
bük boynunu teslim et serin esrik şu kuma
bir tanesidir kurşun gerisi dalda elma
taşsın bu deniz taşsın
uğultusuz  fırtına


















6 Mayıs 2012 Pazar

ÖTEKİNİN İÇİNDE MEŞRU MU DÜNYA?




“Gövden mi var derdin var. Etin markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ'lar eşit olmadıkça, insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır.”
K. İskender      666
Dört saatlik bir yolun ardından ulaşmıştım, İstanbul’du. Tanışmak istediğim insanlar, söyleşmek istediğim mevzular, omuz omuza yürümek istediğim sokaklar vardı. Tanışılacak, konuşulacak, ihtimal ki sevmek işteşleşecek, yan yana, rengârenk alanlar açılacaktı. Yuvarlak bir masaya ilişti dört adam üç kadın... Üç kadın ‘kendiliğinden’ sol yana, dört adam sağ yana, yan yana oturmuş, hararetle konuşmalar iki öbekten yayılıyor, dağılıyordu. Bir an düşündüm, ‘acaba neden homojen oturmuyoruz?’ Diğer iki kadın seçimleri konuşuyordu, biri diğerine ‘evet oy vereceğim, temsiliyete inandığım için değil, Balat’ta, Sultanahmet’te rahat yürüyebilmek istediğim için. Öğrencilerimi geziye götürürken korka korka yürüyorum, onlar da tedirgin oluyorlar...’ dedi. Sözümü yuttum. Bu cümleden neler çıkardı? Yanımda oturanın öğretmen olduğu, kadın olduğu, kadın mağduriyetlerinden artık çok yorulduğu, inanışı ya da inanmayışı yüzünden ötelenmek istemediği, cümlenin yankılandığı bahçenin güzel oluşu, kızıl bir akşamüstüne dağılışı seslerin, ağaca takılışı harflerin... Velhasıl güzeldi kadın. Ateşe çalıyordu saçları. Ama bu cümleden çıkmıyordu kadının işveli, cilveli oluşu. Çıkmıyordu işveli işvesiz her kadının çeşitli sebeplerle yaşadığı o tacizi, kimin hangi sistematikle kimi ötekileştirerek kime uyguladığı sorgusu da. Çıkmıyordu kimin nerede neden rahat yürüyemediği? Ayrımlı, ayrımcı ayrı ayrı temsili iktidarların mekânlarla biçimlenişindeki arazlar. “Doğrudan’a”, “hemen şimdi’ye” inanan bir kadın bu cümleden çıkıp gidiyordu. Gönlünce giyinmiş bir kadının yaşadığı anlık taciz, anlık et olma hali; gönülsüz kapatılmış bir kadının yaşam boyu etten oluşu; gönlüyle kapanmış kadının duruşu, tercihi dokunmuyordu birbirine. Tüm ötekileri çoğul olmanın hazzıyla her yerden, her zamandan, göz önünden, göz göze bir yaşamdan, sokaktan, alanlardan öteleme, istememe, yok etme, isteği çıkıyor muydu? Yo, çıkmasındı, böylesi güzel bir duruştan bölesi bir refleks çıkmasındı, çıkmamalıydı.

 “Küçük prens gitti gülleri görmeye. Onlara:
-siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz dedi. Kimse sizi ehlileştirmedi, siz de kimseyi ehlileştirmediniz. Tilkim gibisiniz. Eskiden o da binlerce tilki arasında bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir.”
 Antoine de Saint- Exupery       Küçük Prens
Kadıköy’dü, sokaktı, iki kadın, iki adam ya da çok kişi, çok insan yürüyorduk... Bendim biri, yüzümdeki hüzünle, yoldan gelmişliğimle, masadan kalma şaşkınlığımla; bende olmadan. Her yolculuktan, aklıma ve yırtık pırtık not defterime bir şeyler takıştırırdım. Bu yolculuktan da; karakaşları yüzünü gölgeleyen bir güzel ve varıştan; kızıla çalar saçlarını nahif toplayan bir kadın takılmıştı.
Dans etme zamanıydı artık, yol bitmiş, buluşmalar, söyleşmeler mutluluğunu ve huzurunu yüreğime takıp gitmişti, silkindim.  İstanbul’un daracık sokaklarını, şenlendire güle yürüyorduk Moda’ya doğru. Ellerimizde poiler·; ateşle, bedenlerimizle ve coşkuyla buluşmaya gidiyorduk ‘başka’ olmanın hazzıyla. Birden bize baktım. Giyinik miydik çıplak mı? Örtünmüş mü açık mı? Samimi miydik küstah mı? Dokunan mıydık dokunulan mı yoksa dokunmaz dokundurmaz bir uzak mı? İçinde miydik yürüdüğümüz yerin? İç içe miydik tüm yürüyenlerle. Değilsek nedendi? Bir ‘ötekini’ bir ‘ötekine’ düşman eden neydi? Bir azı bir aza kırdıran, bir örselenmişi bir gözü mora kışkırtan, bir silahı bir silaha zalim kılan değil miydi bir ölüyü bir ölüyle yan yana yatıran, değil miydi yine de silahı bırakmayan? Değil miydi insan? Ayağımın kaldırıma çarptığı yerde duydum kendimi. Gözlerim doldu. Akmasın diye içimdeki kadınsının ötelenmiş, aciz bulunmuş gözyaşları, derin bir nefes aldım, sokağa baktım. İşte orada birden dondu an; anın donuşunu gören iki kadındık yalnızca, diğerleri boyuna zamanın, yürümeye devam ediyordu.  Anda: yaşlıca, orta halli, oldukça güler yüzlü bir kadın ve bir çocuk –kadının gözündeki ışıktan belli ki torunu- yukarıdan aşağı; oldukça renkli, bakımlı ‘modern’ görünümlü ama yüzü ve ellerinden başka yeri çıplak olmayan ergen bir kadınsa aşağıdan yukarıya, sıcağı hiçe sayarak yürüyorlardı. Torununu eline olanca sıcaklığıyla sığıştırmış, orta yaşlı kadın durdu ve yan yana gelme ve geçme anı içinde – ‘bak eğer okumaz isen sen de böyle örümcek kafalı olursun işte!’ cümlesine sığıştırıverdi, tacizini. Toplumun, tarihin, inancın, kadınlığın, örselenmişliğin aczini. İki kadın, iki şahit, kalakaldık sokağın, Kadıköy’ün, İstanbul’un ötesinde, dışında. Punk görüntümüz ve otoriteye, cinsiyetçiliğe karşı tüm düşlerimiz, düşüncelerimiz, döküldü üstümüzden, saçıldıkça çığlık oldu sokakta... Kimin öteki olduğunu danışacak bir masa, ‘iktidar nedir?’ sorusuna binaen bir kitap, kimin kadın olduğunu beyan edecek bir bilirkişi raporu ya da TBMM TV’nin açık olduğu bir televizyon düşüvereydi başımıza belki daha kolay olurdu an. Ama işte zaman, neylersin, devama muktedir uzandı, gitti.

 “Akıllı bir kişi dedi ki:
‘bir gün yazıda bir karga ile bir leyleğin birlikte uçtuklarını görüp merak ettim ve bu arkadaşlıklarının sırrını aramaya karar verdim.
Yanlarına yaklaşınca her ikisinin de topal olduğunu hayretle gördüm’ dedi.”
          Mehmet Zeren         Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler
Elimde; adımın yanında kaza halinde ödenecek sigorta bedelinin yazılı olduğu bilet, derme çatma bir otogarın, kirli kadife sandalyelerinde, çayımı karıştırırken düştü gözümden ilk damla. Kaza işte! Annemin gözyaşlarıyla benim buz gibiliğimin çarpışmasına, nihayet insancıl bir tepki verebilmiş sessiz, kimsesiz, soğuk ağlıyordum. İçtiğim en iyi çaylar hep böylesi garlarda demlenmişti. İşte, çay bahaneydi, insan en çok buralarda koyulturdu kendiyle muhabbeti.
–Benim babam senin babanın seni sevdiği gibi beni sevseydi...
(ah annem, seni kimler kapattıydı hayatına? Bal rengi saç örgülerin miydi gazetelerde manşetlerden başkasını okuyamamana neden? Yoksa öğretmen kocanın mavi gözlerine tutkusu mu? Ya benden istediğin? Kollarının, çıplak kollarıma öykünüşü? Sevdalarım? Sevdasızlıklar? Acılarına bir benim direnişim? Boyun eğmeyişim? Ah annem bir sen anladın kadınlar neden kazıtır saçlarını. )
Cümle bitmeden ben paslanmıştım, annem ağlamıştı. Otobüsün kornasına çözüldü yumruğum. En ön cam kenarı, ‘umarım yanım da boştur’ geçti içimden. Kimseler bilmesindi rimelimden çizgilerime yol alan sorguyu. Tüm gardlarımı giyinip merdivenlerden çıkarken fark ettim; cam kenarında oturan kadını; 20 yaşlarında; örtüsünün gölgesine, duru beyaz tenini ve tüm öfkesini sığıştırdığı karakaşlarını iliştirmiş, oturuyordu. O da beni gördü; yirmilerinin sonunda, elleri dövmeli, saçları renkli, eteği kısa... Afalladı kadın, refleksle gözü muavini aradı, ‘böyle bir eşleşme olabilir miydi?’ bunun cevabını o yorgun çocuk nereden bilsindi? Vazgeçti kadın bir bardak su istedi. Cam kenarı benimdi, ama şimdi bütün konfor anlamını yitirmişti. Ben belki onu bilirdim ve izin verse belki severdim ama ya o beni? Belki severdi ama bilir miydi? Yıkılmalıydı iki koltuk arasındaki bitimsiz, kemiksiz, kimliksiz duvar... Alelacele gitti elim çantama, rahatsız oldu kadın; çanta turuncu. Bir şey olmalıydı orada ilk yardıma koşacak, sakız, bisküvi, hah evet kolonya... Bir önceki yolculuğumda bindiğim otobüs ‘Bolu Dağı Medine Dinlenme Tesislerinde’ durmuştu. Bedeni güzel olmalı kadınların, günaha girmeyen olmalı adamlar ile karalar içinde yürüdüğü akla karanlık bir tesiste, ötelenerek bir bardak demini almamış çay içip, adı ‘Mest’ olan %80 alkollü, küçük, şehvet pembesi şişede limon kolonyası almıştım. Elime sıktım, bir nefes aldım, döndüm,  an döndü, ‘ister misin?’ dedi içimdeki, samimi; döndü, an döndü, ‘evet, teşekkür ederim’ dedi içindeki, sıcak. Sıktım eline, dokundum, bilir bilmez. Bilir bilmez ağlamaklı, çekti içine. Gülümsedi... Doğruldu yer, olduğumdan olmak istediğime... Uyudu kadın, başı kaydı omzuma,  dağılmadı saçları, saçları mor, saçları ilah, saçları baba, saçları koca ve dahi kendi, rahat huzurlu duvarsız... Uyudum, dağıldı saçlarım sarı; saçlarım babam, saçlarım kadın, saçlarım sevdiğim...




· Bundan bin yıl önce Yeni Zelanda kabilelerinin kutsal savaş dansı olarak ortaya çıkan Poi, günümüzde bir performans sanatı

UZUN SAP

Sol ayağıma de ki Delile… I.                      PERDELİ sen bana dokunduğunda Venedik’te bir çan zincirlerinden boşalıp sokaklarda ...